15 Eylül 2017 Cuma

"Nahak (Haksız/Hukuksuz) Yere Can Alan O (mel'un-lar ve) Menfur İdamlar" Hasan Emre OKTAY (1961-2017, 56.Yıl) Hunharca, Alçakça ve Kalleşçe Asılan " Başvekil Adnan Menderes’in bedeninde; Aziz Türk Milletinin iradesidir."

NAHAK YERE CAN ALAN 
O MENFUR İDAMLAR
Hasan Emre OKTAY
İdam, yani insanları boynundan asarak öldürmek, ölüm cezalarının insan haysiyetine en aykırı olanı ve en ilkel şekillerinden biridir. Günümüzde yani 2017 yılında idam cezaları kaldırılmış durumdadır. Ülkemizde en son idam 1982 yılında Sinop Cezaevinde infaz edilmiş ve bu tarihten sonra, idam kararları kaldırılacağı 3 Ağustos 2002 yılına kadar hep bekletilmiş.
1950’den önce Türkiye’de idam cezası ibret olsun diye, alenen uygulanıyormuş. Meydanlardaki bu idamları seyreden insanlarda kim bilir ne ruhsal travmalar meydana geliyordu. Zira okuduklarımızdan veya çok yaşlı büyüklerimizden öğrendiklerimize göre, idamlar esnasında, sehpa kurulan meydanlarda bugün için inanılmaz ortamlar oluşurmuş. Bir eğlence seyreder gibi toplanan halkın arasında gazozcular, simitçiler, seyyar satıcılar dolaşırmış. Toplanan kalabalığın arasından yükselen konuşmalar, hatta kahkaha sesleri arasında, mahkûm edilen adamları asarlarmış. Demek ki, idamları kanıksamış bir zümre de varmış.
Çok anlamlıdır 1950-60 arasında, yani Demokrat Parti döneminde idam sehpaları hiç kurulmuyor. Celal Bayar ve Adnan Menderes’in Türkiye Cumhuriyetine lider oldukları bu on yıllık süre, sehpasız tertemiz bir süredir. Bu süreyi Samet Ağaoğlu, ‘Arkadaşım Menderes’ kitabında şöyle tasvir ediyor,
“Hafızamda çok küçük yaşımdan beri yan yana sıralanmış, birçoğunu yakından tanıdığım, amca diye ellerini öptüğüm, devirlerinde gösterişli, bazısı azametli, bazısı ihtişamlı insanların asıldığı sehpalar var. Hemen hepsi siyaset adamı. Bunların en sonuncularından birinde Menderes ile beraber iki arkadaşım sallanıyor. Devirlere isimlerini takmış kudretler arasında yalnız onun, evet yalnız Menderes’in devrinde, böyle bir sehpa kurulmadı. Enver-Talat yıllarında, Atatürk-İnönü zamanında, Milli Birlik kıyametinde sehpalar siyaset hayatımızın adeta süsleri olmuşlardır.
Sadece "BAŞ VEKİL" Adnan MENDERES Devri (Cumhuriyetin Asr-ı Saadet Dönemi) Bu Zakkum Çiçeğini Yakasına Takmadı!
Ama kaderin garip cilvesi bu tertemiz dönemin lideri Menderes, Yassıada Mahkemelerinde idam cezasına çarptırıldı ve yakın iki arkadaşıyla birlikte, idam sehpasında hakkın rahmetine kavuştu.   
27 Mayıs macerasının sonunda meydana gelen trajik bu üç infaz, Türk Halkını derinden yaralamış, etkisini hala sürdüren ağır bir küskünlük yaratmıştır. İnfazlardan önce Yassıada’da, Yassıada zulmü esnasında da 10 tutuklu bakan, milletvekili ve bürokrat, işkence dâhil çeşitli şekillerde hayatlarını kaybettiler ve sebep olarak hemen hepsine kalp krizi raporu verilmiştir. Yassıada Mahkemelerinden 15 idam hükmü çıkmıştır ve bu hükümler gerekçeleri açıklanmadan, sanıkların yüzlerine okunmuştur. Türkiye Cumhuriyetimize büyük hizmetleri olan bu değerli insanlar, Başvekilimiz Adnan Menderes, Hariciye Vekilimiz Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Vekilimiz Hasan Polatkan, ne yazık ki, Yassıada darbe mahkemelerinde, bir hiç uğruna idama mahkûm olmuşlar ve infaz edilmişlerdir.
Yassıada mahkemelerinde idam gerekçesi olarak iki muğlak olay gösterilmiştir. Biri Tahkikat Komisyonu kurularak Anayasanın ihlali, diğeri Topkapı’da İnönü’yü öldürmeye teşebbüs. Bu iki gerekçe de anında çürütülmüştür ama nafile, zira darbecilerin amacı:
DARBECİLERİ AMACI NAHAK (HAKSIZ) YERE CAN ALMAKTIR.
Şöyle ki, Menderes’in avukatları Yassıada’da Topkapı Davası devam ederken Divana, ‘madem İnönü’nün öldürülme niyetinden bahsediyorsunuz, o halde Sayın İsmet İnönü’yü çağıralım ve kendisine soralım, böyle bir girişim var mıydı? demişlerdir.’ Baş yargıç Başol’un insanlıktan, adaletten, vicdandan uzak cevabı ise şöyle olmuştur.
‘İsmet İnönü gibi mümtaz bir şahsiyeti buraya çağırmak haddinize mi?’
Hâlbuki İnönü şüphesiz bu celseyi dinlemiştir. Yassıada ya gelse ve dese ki,
“Evet, aramızda çok sert tartışmalar, mücadeleler oldu ama beni öldürmeye niyetlendiler, diyemem”
Ve eklese siyasi konularda ben idama karşıyım. O zaman idamlar büyük bir ihtimalle dururdu. Nitekim o tarihte Topkapı’da İnönü’nün arabasında olan Kasım Gülek mahkemeye gelmiş ve ifade vermiştir. Demiştir ki, ‘Topkapı’da Demokrat Partililer aleyhte sert nümayiş yaptılar ama elimi vicdanıma koyarak söylüyorum ki öldürmeye niyet yoktu, böyle bir izlenim almadım’  Bu ifadeden sonra rahmetli Kasım Gülek takdir edileceğine CHP’deki işi bitirilmiştir. Rahmetli babam Faruk Oktay Topkapı olayları cereyan ederken İstanbul Emniyet Müdürü idi. Evdeki anlatımlardan gayet iyi hatırlıyorum. Propaganda gezilerinden İstanbul’a dönmekte olan İnönü’nün arabasına, Topkapı’da nümayiş var gerekçesiyle tenha ve güvenli güzergâhlar ve koruma önerilmiş, ama İnönü asla kabul etmemiş. Topkapı’da kalabalıkların bulunduğu yere doğru arabası sürülmüş. İnönü’nün güvenliği için Dâhiliye Vekili rahmetli Dr. Namık Gedik’in nasıl emirler verdiğini ve Emniyet Müdür babam Faruk Oktay’ın, Belediye Başkanı rahmetli Kemal Aygün’ün, vali Ethem Yetkiner’in nasıl çırpındıklarını bizzat biliyorum.
Tahkikat Komisyonu kurulmasının Anayasayı ihlali konusu da bir trajedidir. Zira ihlal edildiği iddia edilen 1924 Anayasasının 22 maddesi şöyle, der (1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu),
“Sual ve istizah (gensoru) ve Meclis tahkikatı (soruşturma) Meclis’in cümle-i selahiyetinden (yetkisinden) olup tatbik şekli içtüzük ile kararlaştırılır”
TBMM İç Tüzük 177. Madde: “TBMM’nin resen (bağımsız olarak) bilgi almak istediği her çeşit konu hakkında bir tahkikat komisyonu kurulabilir.”
Kaldı ki, Tahkikat Komisyonu önerisi DP hükümeti tarafından Meclis’e sunulmuş ve Meclis tarafından kabul edilerek kanunlaşmıştır. Yine aynı Anayasanın 103. Maddesi,
“TBMM’den çıkmış olan kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz”
Zaten 1960 yılındaki bu Meclis Tahkikat Komisyonu önerisinden önceki önerileri inceleseniz, bu önerilerin hemen hepsinin CHP’den geldiği görülür. Diyorum ya bu suçlama trajiktir.
27 Mayıs ve Yassıada her yönüyle zulüm dolu bir faciadır. Her zaman söylerim Allah korusun bir düşman işgali olsa bu kadarını yapmazdı. Darbecilerin akıl hocalığına soyunan dönemin İstanbul Üniversitesi profesörleri, alelacele darbe yapan ve darbeden sonrada ne olacağını, ne yapacaklarını dahi bilmeyen, maceraperest darbeci subaylara sürekli yol göstermişlerdir. Bu yol gösteriş darbeyi meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Askerlere demişlerdir ki,
“Sizin ihtilalinizin meşru olabilmesi için, bunların suçluluklarının ortaya konması ve suçlu olarak ceza görmeleri icap etmektedir. Siz bunları cezalandırmazsanız, gayrı meşru duruma düşeceksiniz ve suçlanacaksınız. Yarın efendim meşru bir iktidara karşı, kanun dışı bir ihtilal yapmış olarak cezanız da idamdır. O halde haklı olduğunuzun ortaya konulması lazımdır. Bu da ancak bunların suçluluğunun bir mahkeme kararıyla tescil ettirilmesi ve;
HAKLARINDA CEZA UYGULANMASI İLE MÜMKÜN OLUR ”
Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da diyor ki,
“Şimdi eğer bunlar (DP’yi kastediyor) mahkeme edilmeyip de bırakılsalardı. O zaman ne olacaktı? Onu bir düşünün bakalım. Hemen bir punduna getirip bu zavallıları (darbecileri kastediyor), demokrasiyi kurmak için müdahale etmiş olanları, yakalayıp hadi Divan-ı Harbe, askeri mahkemeye, örfi idareye vesaire. O halde yine demokrasi kurulacak mıydı?
Bu ifadeleri, Demir Kırat Belgeselinde, bizzat General Cemal Madanoğlu’nun, Alpaslan Türkeş’in, Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun ağzından dinledik. İsteyenler hala youtube da bu belgeseli bulabilirler. Türkeş diyor ki,
“Biz Demokrat Parti yöneticilerinin İsviçre’ye gönderilmesi ve bir süre yurt dışında orada ikamet etmelerinin yeterli olacağı görüşündeydik. Hatta bu maksatla Dışişleri Bakanına da bir ön hazırlık için söylenmişti….”
Evrensel hukukun değişmez kurallarından biri de şudur. ‘Suçluluğu ispat edilene kadar herkes suçsuzdur’ Ama başta Prof. Muammer Aksoy olmak üzere (o zaman Doçent) 27 Mayısçılar, yeni yeni kanunlar çıkartıp geçmişe uygulamak hukuk skandalını yaptıkları gibi, bu kuralı da bozmuşlardır. Demişlerdir ki, ‘Demokrat Partililer suçsuzlukları ispat edilmediği sürece suçludurlar. Haklarında karine (ipucu) vardır’ (Abdi İpekçi- Ömer Sami Coşar, İhtilalin İçyüzü)
İşte bu hukuk profesörlerinin, hukuk dışı uyarıları ile Yassıada ve idamlara kadar giden süreç başlamıştır. Önce Yassıada tespit edilir, sonra yargılamaları yapacak Yüksek Adalet Divanı (YAD) kurulur ve daha sonra sorgulamaları yürütecek Yüksek Soruşturma Kurulu (YSK) oluşturulur. Bu kurulların üyeleri de titizlikle DP’den nefret eden kişilerden seçilir. YAD Başyargıcı Salim Başol, DP döneminde Yargıtay başkanı olmak istemiş ama olamamış ve bu yüzden Menderes’e şiddetle kırgın, kızgın. YSK Başsavcısı Altay Ömer Egesel Balıkesir’den DP milletvekili olmak istiyor, ancak aday adayı bile seçilemiyor. Zira basından eski haberleri karıştırırken gördük, bir erkek çocuğuna taciz davası var kayıtlarda.
YAD Üyelerinden Ferruh Adalı çok yakın bir aile dostumuzdu. Ankara’da iken hemen her yılbaşı ailece bir arada olurduk. Ama kaderin garip cilvesi Ferruh amca Yargıtay üyeliğinden Yüksek Adalet Divanı üyeliğine geçti, babam da Ankara Emniyet Müdürlüğü, Gümüşhane Valiliği ve İstanbul Emniyet Müdürlüğünden Yassıada’ya geçti. Üzüntüyle hatırlarım 27 Mayıs’tan sonra Ferruh amca bir kere olsun bizi aramadı. Ona çok ihtiyacımız oldu ama herhalde korkudan olsa gerek telefon dahi etmedi. Ancak kendisi mahkemeler başladıktan bir süre sonra, sağlık nedenlerini ileri sürerek YAD’dan azlini istedi ve ayrıldı. Muhakkak ki, Yassıada Mahkemelerinin kararlarının, özellikle idam kararlarının sümen altında bekletildiğini ve tüm celselerin darbeyi meşrulaştırmaya yönelik bir tiyatro olduğunu anlamasından dolayı ayrılmıştır.
Bize göre sol başta o zaman Yargıtay üyesi Ferruh Adalı, Ankara Emniyet müdürü babam Faruk Oktay, Ankara Emniyet Müdür Muavini İsmail Küntay, diğer şahısın Merkez Kumandanı olduğunu hatırlıyorum.
Bize göre, sol başta oturan Ferruh Adalı, 1957 yılbaşı, en sağda Adalı’nın iki oğlu görülüyor
27 Mayıs’tan sonra hiçbiri, bir kerecik olsun kapımızı çalmadılar. Demek ki, iyi gün dosalarıymışlar.
Darbenin beş generalinden biri olan Cemal Madanoğlu da, doğduğum Kalamış’ta apartman komşumuz imiş. Babamın da hem Harp Okulundan hem de Kurmay okulundan sınıf arkadaşı. Tahmin edersiniz darbeden sonra o da hiç aramadı, bizi tanımadı. Madanoğlu hiç evlenmemiştir. Madanoğlu’nun babası da 150’liklerdendir. 150’likler Kurtuluş Savaşı sonrası, cumhuriyet hükümetinin işbirlikçi ilan ederek Türkiye’den sürdüğü insanlar. 
Rahmetli babam İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay Yassıada’da, Yüksek Adalet Divanı’na, DP’nin aleyhinde malzeme toplamaya çalışan, Yüksek Soruşturma Kulununun sorgulamaları sırasında işkence altında hayatını kaybetmiştir. Yassıada’nın ünlü Bizanslardan kalma ölüm zindanına, dövülerek atılan babam, orada üç gün tutulmuş ve 52 yaşında bir hiç uğruna, yalan söylemediği, Menderes’e iftira atmadığı için acılar içinde ölmüştür. Yassıada sorgulama gerçeğini, DP Hükümeti bakanlarından Nuzhet Kirişcioğlu anılarında açık seçik ifade etmiş,
“Yassıada’da dayaktan zindana, ışıklı oda sorgulamalarından, kayalıklardan baş aşağıya adam sallandırmaya kadar akla gelen ne varsa yapılmıştır… Yassıada kumandanı ve ekibi, llahsız Gardiyan lakaplı Yarbay Tarık Güryay, bize isnat edilen suçların kanunda yeri bulunmadığı ve delil de elde edilemeyeceği kanaatine sahip olduğu içindir ki, ikrar veya atfı cürüm (iftira) elde edebilmek için Egesel ile el ele her kötülüğe başvurmuştur. İlk dayaklar 28-29 Nisan Öğrenci olaylarında öldüğü iddia edilen talebelerin mevcudiyetini söyletmek ve olmayan cesetlerin yerlerini öğrenmek için atılmıştır. Birçok emniyet mensubu bu yüzden dövülmüş, İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay bu yüzden ölmüştür. Fakat ceset bulunmadığı anlaşıldıktan sonra da zulüm sürdürülmüştür…”   

İKİ RESİM ARASINDA AY FARKI VAR, BİZE GÖRE SAĞDAKİ RESİM YASSIADA’DA ÇEKİLMİŞ BABAMIN BAVULUNDAN ÇIKTI SAĞ KAŞINDAKİ YARALARI SAKLAMAYA ÇALIŞAN RÖTÜŞLERE DİKKAT ÇEKERİM
BİZE GÖRE SOL BAŞTA İSTANBUL EMNİYET MÜDÜRÜ BABAM FARUK OKTAY, BAYAR VE MENDERES’İN GÜVENLİĞİ İÇİN HEP YANLARINDA  
Yassıada Mahkemesi hükümlerini açıkladıktan sonra, müebbet hapis cezasına çarptırılan sanıklar da, idam cezasına mahkûm olanlar gibi İmralı adasına götürülüyorlar. Niyet 70-80 kişi asmak. Sanıklar adadaki hapishaneye götürülürken, kazılı 66 mezar çukurunu görecek şekilde yürütülüyorlar, gözlük dâhil her türlü eşyaları alınıyor, kravatları çıkarılıyor ve bir grup eller arkadan kelepçeli diğer grup önden kelepçeli 9 saat, başlarına ne geleceğini bilmeden bekletiliyorlar. Elleri arkadan kelepçeli olan Emin Kalafatın Londra uçak kazasından dolayı bir kolu kısa ve sakat kaldığı için açı içinde kıvranıyor, saatlerce inliyor.  Lütfen empati yapalım, o durumda insan neler hisseder? Biraz sonra asılacak mısınız yoksa cezanız gerçekten müebbet mi bilmeden, başınıza biraz sonra neler geleceğini bilmeden azap içinde beklemek.
Gazeteci Mithat Perin, İmralı Olayını şöyle tanımlamış,
“Sehpadan dönenlerle, ölümden dönenlerin buluşması”
Gerçekten çok anlamlı bir yorum. Sehpadan dönenler, idama mahkûm olup mahkûmiyetleri müebbede çevrilenler. Ölümden dönenler ise, müebbet hapise mahkûm edilmiş olmalarına rağmen, ölüm botuyla infaz adası İmralı’ya götürülenlerdir.

SEHPADAN DÖNENLER BU ŞEKİLDE 9 SAAT BEKLETİLİYORLAR, BİZE GÖRE SOL BAŞTA AHMET HAMDİ SANCAR, ORTADA NUSRET KİRİŞCİOĞLU VE İBRAHİM Ö. KİRAZOĞLU 
RAHMETLİ EROZAN'IN SAĞ YANINDA GÖRÜLEN DELİK, HELA ÇUKURUDUR.
9 SAAT BOYUNCA O DELİKLERDE, ELLER ARKADAN BAĞLI İHTİYAÇ GİDERMEYE
ÇALIŞMIŞLARDIR. 
Bu 9 saat süre içinde koğuşlara arada bir gardiyanlar girip, eller bağlı olduğu için, mahkumların  ağızlarına peynir ekmek, çay vermeye çalışmışlar. Bir süre sonrada koğuşları keskin alkol kokusu kaplamış zira Yassıada kumandanı Allahsız Gardiyan lakaplı Yarbay Tarık Güryay ve darbeci subay arkadaşları, adada kurdukları içki sofrasından kalkıp, mağrur bir şekilde koğuşları dolaşmışlar. Müebbet hapis hükümlülerinden DP İstanbul milletvekili Muhlis Erdener o geceyi şöyle anlatıyor (Mitahat Perin, İdamların İçyüzü, 1970),
“Ellerim kelepçeli olduğu halde, o gece 23.00’da bir kalp krizi geçirdim. İnliyor, doktor istiyordum. Bir müddet sonra Yassıada Kumandanı Tarık Güryay içkili olarak, yanında birçok subayla geldi. Dili ağzında zor dönüyordu. Biz infazın yapılacağını derhal anlamıştık. Yanıma geldi. Gerdanımdan okşayarak, Erener, dedi, ‘ipten kurtuldun ama memleket menfaati için beş Erdener, otuz Erdener ölmüş ne olur sanki?’ Bu arada şaşkın bir halde bulunan Sezai Akdağ, ‘çok doğru, çok doğru’ deyince, Güryay ona döndü ve uzat ellerini diye emir verdi. Sezai uzattı. O her zaman elindeki sopa ile iki defa kelepçeli ellerine vurdu. Tarık Güryay’ın bu anormal hali üzerimizde daha büyük bir tedhiş havası estirdi.”
Yassıada’nın, İmralı’nın çilesini çekmiş olanların anlatımlarını içeren aynı kitaptan devam ediyorum,
“Hasan Polatkan, vücut zafiyetinin bitkinliği içinde mütevekkil ama vakur hücreye konulduğu andan itibaren sessiz beklemişti. (Yassıada’da müebbet hükmü alanlar bir koğuşta, idam hükmü alanlar ise heladan çevirme hücrelerde ayrı ayrı bekletilmekteler y.n.) İdamların infazından biraz önce ölüm hücrelerinin kapılarını ardına kadar açmışlar ve sonra birer birer kapatmışlardı. Fatin Rüştü Zorlu’nun götürülüşü sırasında ise kapılar açık değildi. Sonra bir ara yine açılmıştı ki, dar koridorda duyulan dik bir ses ‘5 numaranın kapasını kapat’ emrini vermişti. Beş numaralı ölüm hücresinde Agâh Erozan vardı. Ondan öncekinde, yani 4 numarada ise Hasan Polatkan. Erozan yanındaki kapının açıldığını ve heyecanlı bir sesin ‘Hasan bey sizi başka bir yere nakledeceğiz’ dediğini anlatmıştır. İşte bu sırada Agâh Erozan 6 numaralı hücredeki Kirazoğlu’na oldukça yüksek sesle bağırmıştı. Kiraz infazlar başladı… Kirazoğlu’da ona mukabele etmişti. Agâh Kuran’a başla! Her ikisi birden Kuran okumaya başlamış ve hücrelerin bulunduğu yeri ilahi bir hava kaplamıştı…”
27 Mayısçıların esas niyetinin tam bir katliam yapmak olduğu, adada kazılan mezarlardan ve darbeci subayların 1965 yılına kadar yaptıkları söyleşilerden anlaşılıyor. Daha sonra 1965 yılında, yapılan seçimleri, Menderes misyonunu sürdüreceği propagandasını yapan AP tek başına iktidar olacak çoğunlukla kazanınca, hele hele 1969’da darbecileri koruyan ‘Tedbirler Kanunu’ ve 1980 darbesi ile de ‘Tabii Senatörlük müessesesi’ kalkınca, 27 Mayısçıların ifadeleri çok değişmiş, hepsi birer insan hakları savunucusu kesilmişlerdir..
Bilindiği gibi Yassıada’da hükümlerinin, infazların onaylanması veya onaylanmaması yetkisi Milli Birlik Komitesindedir. Komite karar vermek için Ankara’da toplanır. Mahkeme dosyaları bir jet ile Ankara’ya komitenin önüne getirilmiştir. Anılardan öğrendiğimize göre komite mensupları masanın üstüne konan Yassıada Mahkemeleri dokümanlarına ellerini bile sürmezler. Aralarında tartışırlar. Sonuçta Yüksek Adalet Divanının oy birliği ile verdiği 4 idam hükmü onaylanır. Celal Bayar’ın hükmünü de yaşı 65’i geçtiği için müebbette çevirirler. Hâlbuki darbeciler 27 Mayıs’tan hemen sonra TCK’da değişiklik yaparak idamlar için 65 yaş sınırını kaldırmışlardı. Bu karar şüphesiz ki, Celal Bayar’ın idam edilebilmesi için alınmıştı. 27 Mayıs darbesini destekleyen, savunan ve 1961 Anayasasını yapan profesörler kurulundan Prof. Dr. Muammer Aksoy, 1975 yılında Nazlı Ilıcak ile yapılan bir söyleşide (N. Ilıcak, 27 Mayıs Yargılanıyor), infazlarda 65 yaş sınırının kaldırılması hususunda insanı dehşete düşüren şu açıklamaları yapmış. Bu açıklamalar yapıldığı zaman yıl 1975, yani darbecilerin ve destekçilerinin yaptıkları işi devrim addettikleri ve kendilerini birer kahraman olarak gördükleri bir dönem. Bu gün bizi dehşete düşüren bu tür birçok açıklama o zaman gururla, mağrur bir şekilde söylenmişti. Birde dikkatinizi çekerim, her konuşan şahıs olayların bizzat faili olduğu halde, kendini aklamaya çalışmıştır. Prof. Muammer Aksoy,
“Biz infaza ilişkin olarak 65 yaşını bitirenler lehine öngörülmüş kanun hükmünü, Celal Bayar’ı ölümden kurtarmak için kabul ettik. Bunu bir şekilde bilin. Gerçeği söylüyorum size. Milli Birlik Komitesinden hatırladığıma göre Orhan Erkanlı gelmiş bize demişti ki, ‘siz bu 65 yaş meselesini değiştirmezseniz, adalet tecelli etmeyecektir, engellenecektir. Çünkü 65 yaşını bitirmiş durumda olan Celal Bayar, bütün suçları üstüne alıp, ne varsa ben yaptım diyecektir. Bütün herkesi suçlarından azade hale getirecektir. Bunu önlemek ve gerçek durumun ortaya çıkmasını sağlamak için, içimizden falan şahıs Celal Bayar’ı vuracak ve ondan sonra da intihar edecektir.’ Bize böyle söylemişlerdir. Bu bizde dehşet havası yaratmıştır. Bütün her şeye rağmen, biz hiçbir zaman herhangi bir şahsın öldürülmesini istememişizdir. Özellikle Celal Bayar’ı ölümden kurtarmak için o hükmü koyduk. Aksi halde Celal Bayar öldürülecekti. Hiç değilse, o zaman Milli Birlik Komitesi üyelerini, söylediklerini yapabilir güçte görüyorduk. Belki yapardı, belki yapamazdı. Sonradan gittikçe zayıfladı başka. Bunlar konuşulduğu zaman, Milli Birlik Komitesi isterse yıldızları filan yere getirebilecek güçte görünüyordu.”
Rahmetli Adnan Menderes niye idam edildi diye merak eden gençler için belirtelim. İdamların asıl sebebi Makyavelist bir yaklaşımda yatmaktadır. Makyavel, ‘Hükümdar’ adlı eserinde der ki,
“İnsanları ya okşayacaksın ya da ortadan kaldıracaksın. Çünkü vereceğin ceza hafif olursa, kişi veya kişiler senden intikam alır. Ama ağır ceza verirsen başlarını kaldıramazlar.”         
İşte darbeciler, özellikle Menderes’in halkın gözündeki engin değerini biliyorlardı. Eğer Menderes’i ortadan kaldırmazlarsa, bir gün tekrar ülkenin başına geçeceğine şüphe yoktu. Ya kendilerinden intikam almaya kalkarsa, diye bilinçli veya bilinçaltı düşünüldü.
Derler ki, İsmet Paşa idamları önlemek için, Berin Menderes’in ricası üzerine Devlet Başkanı mevkiindeki Orgeneral Cemal Gürsel’e bir mektup yazmış ama mektubun yararı olmamış ve İsmet Paşada üzülmüş. Bu üzülme yalanı beni çok üzer. Zira İsmet Paşa eğer idamların yapılmasını gerçekten istemiyor idiyse niçin zamanında bir basın toplantısı yaparak, görüşlerini Türk Halkına ve darbecilere haykırmadı da sessiz sessiz köşesinde olayları seyretti. Hele hele bir de darbeden 5 sene sonra sanki darbeye karşıymış gibi, Celal Bayar için ‘kuyuya düşen adamı kurtaracağım’ diyerek, halkın baskısıyla çıkacağı kesin olan af konusuna sahip çıkan beyanatlarda bulunması, darbeyi ateşli bir şekilde desteklemiş olan Prof. Muammer Aksoy’u bile çileden çıkarmış ve 5 Kasım 1969’da ‘Siyasi Haklar Oyunu ve Sonuçları başlıklı bir yazı yazmıştır. Aksoy’un yazısından aktarıyorum,
“Demokrat Partilileri iktidarda iken ve iktidardan düştükten sonra daima ağır bir dille suçlamış olan İnönü’nün şimdi ağız değiştirmesini anlayamıyorum.
MİLLİ BİRLİK ÜYELERİ, YASSIADA HÜKÜMLERİNİN TASDİKİNDE TEMSİLCİLER MECLİSİNİN YETKİ SAHİBİ OLMASINI TEKLİF ETTİĞİ HALDE, İSMET PAŞA BUNU RET ETMİŞ VE BAŞLADIĞINI İŞİ TAMAMLAYIN DİYEREK, İNFAZLARIN CHP’NİN HEMEN HEMEN TAMAMINI TEŞKİL ETTİĞİ TEMSİLCİLER MECLİSİNE GEÇMESİ İMKÂNINI (YANİ İDAM KARARLARININ KENDİSİ EVET DEMEDİKÇE İNFAZ EDİLMEME İMKANINI) KENDİ ARZUSU İLE ORTADAN KALDIRMIŞTIR.
Sonuçta İmralı’daki dramı haklı gösterecek en ufak sebep bulmak imkânsızdır.
Ancak niyetlerini belirtik ya, niyet:
NAHAK YERE CAN ALMAKTIR.
Rahmetli Menderes, bir süredir biriktirdiği uyku ilaçlarını birden içrek intihar girişiminde bulunmuş, ancak ölmeden durumu koma halinde iken fark edilmiş. Bu yüzden Menderes İmralı’ya Zorlu ve Polatkan’ın infazının ertesi günü öğleye doğru götürülmüştür. Menderes’in komadan çıkmasına en çok Yarbay Tarık Güryay sevinmiş. Bu sevincin sebebini Yassıada’nın telefon santralinde çalışan Mehmet Kabak’ın anlatımından aktarıyorum. (Posta Gazetesi, Yüzbaşı Kazım Çakır’ın anıları),
“Tarık Güryay beni arayarak Menderes’in avukatlarını ve doktorunu telefonla bağlamamı istedi. Ben suç olmasına karşın hattan ayrılmadım (Güryay’ın konuşmasını dinliyor y.n.) Avukatlarına, ‘Doktorları hemen adaya getir. İt oğlu iti ipte görmek istiyorum. Ölmemesi gerekiyor.’ İntihar ettiğini o zaman anladım.”
İMRALI’YA ÇIKIŞ: RESİMDE MENDERES’İN SAĞ KOLUNDA ‘KASTRO TUĞRUL’ LAKAPLI ÜSTEĞMEN VAR BAKIŞLARINDAN DAİMA HINÇ AKTIĞINI, HAKARET FIŞKIRDIĞINI YASSIADA’DAN SAĞ KURTULANLARIN ANILARINDAN ÖĞRENDİK. SANKİ MENDERES KAÇACAKMIŞ GİBİ KOLUNA GİRMİŞLER. O GÜN BU RESİMDE
GÖRÜNMEK İÇİN ÇIRPINANLAR, BU GÜN BU GÖRÜNTÜLERİNDEN UTANÇ DUYUYORLAR.
Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın infaz edildikleri İmralı adası hapishane müdürü rahmetli Ahmet Acarol, İmralı Belgeselinde kendi ağzından anlatıyor ve İmralı’ya çıkan 200 kadar thomson’lu (makineli tabanca) subaydan bahsediyor. Niye hepsi değil de üç kişi asılıyor diye baskı yapmışlar ve onları yatıştırmak çok zor olmuş. Zaten İmralı’da 60 kadar mezar hazırlandığını belirtmiştik. İmralı Belgeselini youtube’da bulup bütün bunları dinlemek mümkün. Belgeselde Acarol, ‘infaz tamamlandıktan sonra rahmetli Menderes’in naaşını en son ben gördüm. Artık kefenlenip gömülecekti. Vücudunda sigara söndürmüşler, göğsü bir değil, beş değil kabuk bağlamış sigara sönüğü yaraları ile kaplıydı’
"ŞEHİT BAŞVEKİL ADNAN MENDERES GERÇEKTE İDAM EDİLMEMİŞ; ALÇAKÇA VE HUNHARCA KATLEDİLMİŞTİR" (DK)
Menderes gerçekte idam edilmemiştir, katledilmiştir. Çünkü infazların esasları yazılıdır. İnfaz dünyanın bütün ceza kanunlarında sabaha karşı gerçekleştirilir. Menderes ise öğleye doğru, aşağılamaya devam etmek için anüsten prostat muayenesi yapıldıktan, yemeği yedirildikten sonra saat 13,23’de alelacele infaz edilmiştir. Bu işlem Türk Milleti olarak ne geleneklerimize uyar ne de yasaldır. Selçuklu-Osmanlı tarihinde de, Cumhuriyet tarihinde de öğle saatlerinde yapılan bir infaza rastlanmamıştır. İnfazlar sabaha karşı tan olayı esnasında yapıla gelmiştir.
İnfaz saatleri ile ilgili kanun; Ceza infaz hukuku, idamların nasıl infaz edileceğine dair hüküm vaz etmiş (Cumhuriyet Savcı Yardımcısı A. Rıza Mengüç, Ölüm Cezasının İnfazı),
“Ölüm cezası güneş doğmadan evvel infaz olunur (tüzük 64) Böyle bir hazırlığın başlayabilmesi için mahkûmiyet hükmünün onandığını ve yerine getirilmesine karar verildiğini gösterir kesinleşmiş şerhini havi ilamın, mahkemesinden Cumhuriyet Savcılığına tevdi edilmiş olması gerekir.”
İmralı adasındaki infazların uygulama tekniği de son derece ilkeldir. Zira infazlarda önemli olan ani bir düşüş ve boyun kemiğinin kırılmasıdır. Boyun kemiği kırıldığı anda ölüm gerçekleşir. Bu sonuca hemen varmak içinde resimde görülen manivelalı sistem kullanılmalıdır. Kolu çekince ayakaltındaki kapak bir anda açılıyor ve tüm vücut ağırlığı ile boyun kemiğini kıracak ani düşüş sağlanıyor. Hâlbuki Zorlu, Polatkan ve Menderes’e derme çatma bir darağacı kurulmuştur. Sarhoş bir cellat ayakların bastığı sandalyeye tekme atıyor, kim bilir belki de ilk tekmede sandalye ayakaltından gitmiyor, bir tekme daha, derken boyun kemiğinin kırılması mümkün değil. Ölüm en acı verici şekliyle, boğulma suretiyle uzun sürede geliyor. Nitekim infazı seyredenlerden duyuyoruz, Menderes ipte can çekişirken ayağından bir ayakkabısı fırlamış.
NE DİYELİM ALLAHTAN BULSUNLAR..
İDAM SEHPASI BÖYLE OLMALIDIR, İMRALI’DAKİ GİBİ DEĞİL DARAĞACININ EN İLKEL, DOLAYISIYLA EN ACI VEREN ŞEKLİ    
Yassıada’da görevli 120 askerden biri olan Muzaffer Erkan, İmralı’daki infazlara da görevli er olarak götürülmüş, dolayısıyla tanıklık etmiş. Kendi ifadesiyle korkudan yıllarca susan Erkan, nihayet 75 yaşında konuşmuş. İzmir’de yaşayan Muzaffer Erkan çekirdekten Cumhuriyet Halk Partiliymiş. Zaten öyle olmasa Yassıada’da görevli olarak asla seçilmezdi. Erkan, idamlara çok üzülmüş ve günlerce yemek yiyememiş. Muzaffer Erkan,
“O anlar, gözlerimin önünden gitmedi, çok zor oldu benim için. Rüyalarıma girdi, kâbus görüyordum hep”
İmralı’da 66 mezar yeri kazıldığını söyleyen Erkan, Zorlu’nun infazdan önce 2 rekât namaz kıldığını ve cellat’a lüzum duymadan kendi kendini astığını söylemiş ve eklemiş,
“İdam günü ayağa kalkamayacak kadar hasta olan Menderes’in burnuna ve ağzına merhem sürülerek canlandırıldı… İdam öncesinde misafir odasında bir parça şeftali yedi. İdam edildiğinde şeftalinin suyu beyaz kefeninin üzerine aktı. Başsavcı Egesel, idam fermanını okuduktan sonra dalga geçer gibi, ‘Ya Menderes gördün mü, nerelere kadar düştün’ dedi… Menderes’e son arzusu sorulduğunda dini telkin için orada bulunan hoca ile yalnız kalarak görüşmek istedi. Ama bu isteği kabul edilmedi… Menderes ipte 45 dakika bekletildi. İpte sallanan Menderes’e doğru yaklaşan cellat, onun rugan ayakkabılarına baktı, ‘bu ayakkabılar benim olacak’ dedi.
İnfazın ertesi günü de bir icra memuru ve iki asker, Zorlu, Polatkan ve Berin Menderes’in evlerine giderek aileden, ip parası, cellat parası (150 TL.), kefen parası ve Yassıada’da yenen yemeklerin parasını tahsil etmişlerdir. Rahmetli Aydın Menderes, bu olayla ilgili sorulan bir soru üzerine son derece üzgün bir şekilde, maalesef doğru diye cevap vermişti.
27 Mayıs darbesi ve zulümlerin müsebbipleri, hala yargılanmamıştır ve tüm cinayetler, Dr. Namık Gedik’in intihar süsü verilen cinayeti, babam Faruk Oktay’ın ağır bir şekilde dövülerek, Bizanslardan kalma zindanda ölüme terk edilmesi dâhil, cezasız kalmıştır. Diyorum ya Allahtan ümit kesilmez, inşallah bir gün 27 Mayıs yargılanacaktır.
Geçen sürede İlahi Adalet her zamanki gibi kararlı ve sessizce yerini bulmuştur.
Zira Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Ankara Celal Bayar Bulvarı, İzmir Adnan Menderes Havalimanı, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi, Aydın Adnan Menderes Bulvarı, Aydın Dr. Namık Gedik üst geçidi, Adana Adnan Menderes Bulvarı, Antalya Adnan Menderes Bulvarı, Samsun Adnan Menderes Bulvarı, Kütahya Menderes Bulvarı, Mersin Adnan Menderes Bulvarı, Osmaniye Adnan Menderes Bulvarı, Rize Adnan Menderes Bulvarı, Siverek İnönü Bulvarı Adnan Menderes Bulvarı olarak değiştirildi, İstanbul Adnan Menderes Bulvarı, İstanbul Vatan Caddesi Anıt Mezar ve başkaları gibi, kadirşinas halkımızın teveccühünü somutlaştıran tesisler yurdumuzun her köşesinde yer almaktadır. Diğer taraftan halkımıza, 27 Mayıs’ı yapan ve kasım kasım kasılan mağrur, kendilerini kerametleri kendilerinden menkul devrimciler addeden darbeci subaylardan üçünün adını sayın deseniz kimse sayamaz. Örneğin Emanullah Çelebi, Selahattin Özgür, Muzaffer Karan, Rıfat Baykal kim diye sokakta insanlarımıza sorsanız, bu isimleri kimse tanımaz. Hâlbuki bunlar bir zamanlar kendilerini birer kahraman devrimci zanneden, Milli Birlik Komitesi üyeleridir. Bunları artık kendi silah arkadaşları bile hatırlamıyorlar. Ama öte yanda Tevfik İleri’nin, Namık Gedik’in, Celal Yardımcı’nın, Samet Ağaoğlu’nun, Fatin Rüştü Zorlu’nun, Hasan Polatkan’ın, Adnan Menderes’in, Celal Bayar’ın isimleri Türkiye’de hala yaşamaktadır.
Asılan Adnan Menderes’in bedeninde Türk Halkının iradesidir.
Lokman Suresi, 16. Ayet,
"Yaptığın iyilik veya kötülük bir hardal danesi ağırlığında bile olsa ve bu bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa yine de Allah onu senin karşına getirir. Doğrusu Allah en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır”
SİZİ HİÇ UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ…                               17 Eylül 2017, Fenerbahçe
HASAN EMRE OKTAY

12 Eylül 2017 Salı

Yaman bir çelişki, müthiş bir ironi! Bütün 27 Mayıs'çılar 12 Eylül karşıtıdır. Çünkü 27 Mayıs bedhahların kalkışması; 12 Eylül emir-kademe zincirine uygun olarak vatana ihanet-terör ve tedhişe karşı Milli direniş ve meşru reflekstir

27 MAYIS’IN UNUTTURULMUŞ BİR KURBANI!..
“DEMOKRAT PARTİ İSTANBUL MİLLETVEKİLİ” DR. ZAKAR TARVER
(AGOS, 26.05.2013GÜNCEL)
Milletvekili Zakar Tarver, 27 Mayıs’ta tutuklanarak, Yassıada’ya götürüldü. Kısa bir süre sonra da ölüm haberi geldi. Tarver’in bir yakını, o günleri şöyle anlatıyor: “19 Eylül’de haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Zakar Bey’in bütün vücudu mosmordu. Belli ki çok dövmüşler.”
Milletvekili Zakar Tarver, 27 Mayıs Darbesi’nde tutuklanarak, pek çok parti arkadaşı ve bürokratla birlikte, camları gazete yapıştırılarak kapatılmış bir gemiyle Yassıada’ya götürüldü. Kısa bir süre sonra da ölüm haberi geldi. Tarver’in bir yakını, o günlerde yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor:
“19 Eylül’de haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Cenazesini Gülhane’deki Adli Tıbba götürmüşler. O tarihte Adli Tıp Gülhane’deydi. Zakar Bey’in bütün vücudu mosmordu. Belli ki çok dövmüşler. Menderes’e bile neler yaptılar, kim bilir bu gâvura neler yapmışlardır diye düşündük. Yaşlı olduğu için dayanamamış, zaten kendisi hassas bir insandı. Annesinden gazeteleri sakladık, oğlunun ölüm haberini gazeteden almasın diye. ‘Asker gazeteleri yasakladı’ dedik. Sonra duyunca annesi yıkıldı, çok acı çekti.” EMRE ERTANİ emreertani@agos.com.tr
27 Mayıs 1960’ta yaşanan askeri müdahale Demokrat Parti iktidarına son verirken, Türkiye’de on yılda bir yaşanacak darbeler döneminin de başlangıcı oldu. Ordu, 27 Mayıs darbesiyle siyasete el koydu, iktidarı gasp etti, seçimle ve çoğunluğun oyuyla iktidarda bulunan Demokrat Parti’yi devirdi. Yassıada’da görülen ‘Anayasa’yı ihlal’ davası, vatana ihanet suçlamasıyla açılmıştı.
Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’le birlikte, 401’i milletvekili olmak üzere, 500’den fazla Demokrat Partili, darbecilerin kurduğu mahkemelerde sanık oldu ve yargılandı. Davanın vatana ihanet suçlamasıyla açılmasının sebebi, cumhurbaşkanının ancak vatana ihanet suçu kapsamında sorumlu tutulabilmesi ve yargı önüne çıkarılabilmesiydi. O tarihte 78 yaşında olan Celal Bayar’ın idam cezasına çarptırılabilmesi için gereken ‘hukuki’ zemin, Türk Ceza Kanunu’ndaki 65 yaş sınırının kaldırılmasıyla hazırlanmıştı.
Darbeciler ve yandaşları 27 Mayıs askeri darbesini bir ‘devrim’ olarak adlandırmıştı. 
27 Mayıs darbesi, 1963’te, İsmet İnönü hükümeti tarafından ‘Hürriyet ve Anayasa Bayramı’ adıyla resmi bayram ilan edilerek kutlanmaya başladı. 27 Mayıs okul kitaplarına alınarak, 1960’tan 1983’e kadar çocuklara bir ‘devrim’ olarak okutuldu.
Lideri idam edilmiş bir siyasi geleneğin devamı olan ve Demokrat Parti’nin yerine kurulan Adalet Partisi, ne ironiktir ki, 12 Mart’ta darbecileri desteklemişti. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararına ilişkin Meclis görüşmelerinde Süleyman Demirel sıralara vurarak “Üç isteriz” diye bağırmış, 27 Mayıs’ta asılan üç siyasetçiye karşı üç gencin idam edilmesi yönünde oy kullanmıştı.
Cuntanın yaptığı 27 Mayıs darbesi çok yakın bir tarihe kadar kendine aydın-solcu diyen insanlar tarafından bile ‘devrim’ olarak kabul edilmekteydi. Ancak son yıllarda darbecilik tartışmaları 27 Mayıs’ın da yoğun bir şekilde konuşulmasını sağladı. O tarihlerde yaşananlar, acı hikâyeler anlatılmaya, yazılıp çizilmeye başladı. Genç Siviller gibi girişimler ve demokrat aydınlar 27 Mayıs konusunda bir farkındalık yaratarak, o dönem yaşanan acıları ve hukuksuzlukları gözler önüne serdiler.
27 Mayıs darbesinin kurbanları denince akla ilk olarak idam edilen Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan gelir. Ancak bu darbenin kurbanları sadece onlar değildi. Yassıada’ya götürülenlerden 10 milletvekili ve bürokrat işkence sonucu hayatını kaybetti. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Lütfi Kırdar, duruşma sırasında kalp krizi geçirerek hayatını kaybetti. Yusuf Salman, Lütfü Şaylan, Gazi Yiğitbaşı, Emekli Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut, Yümnü Üresin ve Kenan Yılmaz, Anayasa davasında yargılanırken, Yassıada’da vefat ettiler. İçişleri Bakanı Namık Gedik, Ankara’da Harp Okulu’nda hayatını kaybetti, ölüm nedeni ‘intihar’ olarak açıklandı. Herkesin ortasında askerlerden dayak yemeyi gururuna yediremeyen Cemil Keleşoğlu bileklerini keserek intihar etti. İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay da 30 Eylül 1960’da, işkence sonucu hayatını kaybetti.
27 MAYIS’TA MARUZ KALDIĞI MUAMELE SONUCU ÖLEN POLİTİKACILARDAN BİRİ DE ERMENİ’YDİ.
Demokrat Parti İstanbul Milletvekili ve Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi’nin eski başhekimlerinden ve Türkiye’nin ilk radyologlarından Zakar Tarver de 27 Mayıs’ın işkence sonucu ölen kurbanlarından biri oldu. Tarver 27 Mayıs’ta tutuklanmıştı. Yassıada’da hayatını kaybeden Tarver’in ölüm nedeni kayıtlara “kalp krizi” olarak geçti. Ancak dönemin tanıkları, milletvekilinin gerçek ölüm nedeninin farklı olduğunu söylüyor. Anlatılanlara göre, Tarver bir askerin çelme takması sonucu düştükten sonra darp edildi ve hayatını kaybetti.
Tarver’in yaşadıkları 27 Mayıs’ın bilinmeyen hikâyeleri arasında yer alıyor. Bugüne dek bu konu üzerine kayda değer ne bir haber ne de bir yazı yayımlandı. Tarver’in hikâyesini merak edip araştırmaya başladığımızda, bu talihsiz ölümün izini sürmenin çok da zor olmayacağını düşünüyorduk. Bu kadar değerli bir bilim insanı ve dönemin önemli bir siyasi aktörü hakkındaki bilgilere kolaylıkla ulaşabileceğimizi sanıyorduk. Ancak araştırmaya başlar başlamaz gördük ki küçücük bir bilgi kırıntısına ulaşmak dahi bir hayli zor olacak. Türkçe gazeteler de, Ermenice gazeteler de, Zaker Tarver’in ölüm haberini, Sıkıyönetim Komutanlığı’nın yayımladığı açıklamayla vermiş ve ölümün kalp krizi sonucu olduğunu yazmışlar. Tarver’in, binlerce kişinin katılımıyla gerçekleşen ve bir tür darbe karşıtı sessiz gösteri olduğu anlatılan cenaze töreni, gazetelerde haber dahi olmamış. Zakar Tarver, Balıklı Ermeni Mezarlığı’nda yatıyor. Bugün onun hikâyesini anlatabilecek pek kimse kalmadı. 27 Mayıs darbesi üzerine yaptıkları çalışmalarla bilinen Emine Gürsoy Naskali ve H. Emre Oktay, Yassıada’yı yaşamış olanlardan dinlediklerinden yola çıkarak Tarver’in ölümünün askerlerin kendisine reva gördüğü muameleyle ilgili olduğunu söylüyor. Emine Gürsoy Naskali, Yassıada sanıklarından, Türkiye’nin üçüncü cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın torunu. H. Emre Oktay ise, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay’ın oğlu. Tarver ailesinin üyelerini bulma çabamız ne yazık ki olumlu bir sonuç vermedi. Ailenin yakınlarından birine ulaşabildik, ancak o da yaşadıklarını anlatmaktan çekindi ve yalnızca, doktorun ölümüne kadar olan süreç hakkında kısa bilgiler verdi. Tarver’in ölümü ve cenaze töreni hakkındaki sorularımızı ise, gözyaşları içinde kaldığı için, yanıtsız bıraktı. Bu durum, 27 Mayıs sonrasında yaşanan korkunun, Tarver ailesi ve genel olarak Türkiyeli Ermeniler üzerinde yarattığı travmanın bir yansıması.
Dr. Zakar Tarver kimdir?..
DEMOKRAT PARTİ İSTANBUL MİLLETVEKİLİ ZAKAR TARVER’İN KABRİ BALIKLI ERMENİ MEZARLIĞI’NDA BULUYNUYOR
Zakar Tarver’in asıl adı Rupen Zakar Zakaryan’dı. Soyadı Kanunu çıktıktan sonra Zakar Tarver adını aldı. 1894’te, o zamanlar yaklaşık 5 bin 500 kişilik bir Ermeni nüfusa sahip olan Eğin’de (bugünkü Kemaliye) dünyaya geldi. Doğduğunda, annesi Yevkine 16 yaşındaydı. Babası Ohan Zakaryan, manifaturacılık yapıyordu. 1895’te, Eğin’de Ermenilere yönelik saldırılar sırasında Zakaryan ailesinin evi ve dükkânı yakıldı. Kendi memleketinde can güvenliği ve barınacak yeri kalmayan aile İstanbul’a göç etti.
Zakar Tarver Bey’in babası Ohan Zakaryan, manifatura dükkânına gelip giden doktorlardan çok etkilendiği için “Oğlum okursa doktor yapacağım” diyordu. Nitekim öyle oldu. İlkokulu İstanbul Makriköy’deki (Bakırköy) Bezazyan’da, ortaokulu da Bahçecik Amerikan Koleji’nde okuyan Zakar Tarver, 1917’de, o zamanlar Haydarpaşa’da bulunan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Bölümü’nden başarıyla mezun oldu. Zakar Zakaryan, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Ordusu’nda subay olarak görev yaptı. O dönemde Anadolu Ermenileri tehcir ve katliamlarla karşı karşıyaydı. Tarver’in nerede görev yaptığını bilmiyoruz. Osmanlı ordusundaki pek çok Ermeni er, amele taburlarında hayatını kaybetmişti. Ancak subay olanların hayatta kalma şansları nispeten yüksekti. Tarver de onlardan biri oldu. 
Radyoloji alanında uzmanlaşmak için Fransa’ya giden Zakar Zakaryan, 1919-1922 yılları arasında Maria Curie’nin yanında asistanlık yaptı. Dönemin ünlü tıp profesörlerindan eğitim alan Zakar Tarver, önemli sağlık kurumlarında çalıştı. İstanbul’a ilk röntgen cihazını o getirdi. Bir süre Surp Pırgiç Hastanesi’nde radyolog olarak çalıştı. Uluslararası Radyoloji Derneği üyesi olan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Avrupa’da birçok konferansa katılan Tarver, Türkiye’de tıp biliminin gelişimine önemli katkılarda bulundu.
Yedikule Surp Pırgiç Hastanesi’nde,1923-1925 ve 1927-1933 yılları arasında Radyoloji Kliniği Şefi; 1948-1955 yılları arasında ise başhekim olarak görev yaptı. Hastanede pek çok yeniliğe imza atan Tarver, bugün de devam eden Surp Pırgiç dergisinin yayımlanmasını sağladı. ‘R. Zakaryan’ ve ‘Z. Kar’ mahlaslarıyla Ermenice öyküler ve yazılar yazdı. Ermenice ve Türkçenin yanında Fransızca, Almanca ve Rusça biliyordu. Hayatının büyük bir bölümünü okumaya vakfeden doktorun, çok büyük bir kütüphanesi vardı.
Doktor Tarver, İkinci Dünya Savaşı yıllarında gayrimüslimlerin toplu halde askere alındığı Yirmi Sınıf İhtiyat Askerliği kapsamında, 48 yaşındayken ikinci kez askere gitmek zorunda kaldı; 1942-1943 yıllarında Sivas’ta yüzbaşı rütbesiyle yedek subay olarak görev yaptı. Böylece, her iki dünya savaşı sırasında da askerlik yapmış oldu. Tek parti iktidarı döneminde CHP’nin Varlık Vergisi ve Yirmi Sınıf İhtiyat Askerlik gibi ayrımcı uygulamalarını bizzat yaşayan Tarver’in, çok partili dönemde neden Demokrat Parti’de siyaset yapmayı tercih ettiği sorusunun yanıtını da bu deneyimlerde aramak gerekir sanırız.
Siyasete ilk olarak İstanbul Belediyesi’nde Meclis üyesi olarak girdi. İsmini vermek istemeyen bir yakınının deyimiyle, “Günümüzde milletvekili olmak için paralar saçılırken, o, çevresindekilerin yoğun ısrarları kıramayarak” aday oldu ve 1954’te milletvekili seçildi. Milletvekili Zakar Tarver, 27 Mayıs Darbesi’nde tutuklanarak, pek çok parti arkadaşı ve bürokratla birlikte, camları gazete yapıştırılarak kapatılmış bir gemiyle Yassıada’ya götürüldü. Kısa bir süre sonra da ölüm haberi geldi. Tarver’in yakını, o günlerde yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor:
“19 Eylül’de ailesine haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Cenazesini Gülhane’deki Adli Tıbba götürmüşler. O tarihte Adli Tıp Gülhane’deydi. Zakar Bey’in bütün vücudu mosmordu. Belli ki çok dövmüşler. ‘Menderes’e bile neler yaptılar, kim bilir bu gâvura neler yapmışlardır’ diye düşündük. Yaşlı olduğu için dayanamamış... Zaten hassas bir insandı. Gazeteleri annesinden sakladık, oğlunun ölüm haberini okumasın diye. ‘Asker gazeteleri yasakladı’ dedik. Sonra duyunca annesi yıkıldı, çok acı çekti.”
Üçüncü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın torunu Prof. Emine Gürsoy Naskali de, Yassıada’da yaşananları şu sözlerle anlatıyor:
“O yıl ben 10 yaşındaydım. İzmir’de annem, anneannem ve kız kardeşlerimle ev hapsindeydim. Darbeden sonra, davalar başlayana kadar hiç kimseyle temasımız olamadı, o sebeple Zakar Bey’in cenazesine katılamadım. Zakar Bey’in, Yassıada’ya götürülürken gemiye bineceği veya gemiden ineceği sırada görevli subay tarafından itilip düşürüldüğü, başını çarptığı ve darp edildiği anlatıldı. Ölümüne bu hadise sebep olmuş. Beyin kanaması olmuş, revire kaldırılmış. Bu olayı ben annemden dinledim. ‘Öyle olduğunu nasıl kanıtlarız, bunu anlatacak şahidimiz var mı?’ diye sormuştum anneme. Zakar Bey’le birlikte Yassıada’ya götürülenler hadiseyi o yıllarda bu şekilde anlatmışlar. Yani oradakilerin hepsi şahit. Aynı grup içinde bulunanlar görmüşler ve hadiseyi böyle anlatmışlar.”
TARVER’İN 6-7 EYLÜL OLAYLARINA İLİŞKİN MECLİS KONUŞMASI
Dr. Zakar Tarver’in 6-7 Eylül olayları sonrasında TBMM kürsüsünden yaptığı bir konuşma, onun, Cumhuriyet’in azınlıklar için çizdiği ‘sadık gayrimüslim vatandaş’ portresinin tipik bir örneği olduğunu gösteriyor. Ancak, “Memleketimizde yaşayan ufacık gayrimüslim azınlık mukadderatını bu memleketin mukadderatına bağlamış, bu memleketin iyiliğine candan sevinen ve maazallah felaketine de samimiyet üzülen insanlardan mürekkeptir” diyen Tarver’in bu duruşu bile, 27 Mayıs sonrasında Yassıada’da ‘Ermeni milletvekili’ olarak özel bir muameleye tabi tutulmasına engel olamadı. Muhterem Arkadaşlarım, memleket büyük bir felakete maruz kalmıştır. Bu vandalizmi işleyenler teşhis edilmiştir. Milli hayatımıza kasteden kuvvetin başka kisvelere bürünerek caniyane tasavvurlarının tahakkukuna uğraştığını görüyoruz. Binaenaleyh ilk vazifemiz bu kisveleri ortadan kaldırmak olmalıdır. Bunlar nedir?
HENÜZ BAZI GERİ KAFALI DİMAĞLARDA MEVCUT MÜSLİM-GAYRİMÜSLİM AYRILIĞI…
Bu felakete maruz kalan azınlığa karşı Sayın Başvekilimizin sempatisine, şahsen şahidim. Delillerini de verebilirim. Örfi idare ilan edilmiştir. Eminim ki bu Vandalizm’i işleyenlere, vazifelerinde tekâsül gösterenlere kanun müstahak oldukları cezayı verecektir ve mağdur olanlara, bilhassa küçük esnafa Devlet her nevi yardımı yapacaktır. Ancak saltanat ve halifelik devirlerinden kalma bir zihniyetin izleri mevcuttur. Bazı örümcek bağlamış kafalar, Türkiye Cumhuriyetinin laik bir devlet olduğunu henüz anlamamış bulunuyorlar. Artık bu memlekette dini faikıyetin değil ancak ve ancak istidat ve kabiliyet önünde bütün kapıların açık olduğunu daha görememiş olanlar vardır.
Din bir vicdan işidir (...) Türkiye’yi temsil eden bütün unsurlar şüphesiz ki, hepsi Türktür. Aynı eşit muameleye tabidir (...) Memleketimizde yaşayan ufacık gayrimüslim azınlık mukadderatını bu memleketin mukadderatına bağlamış, bu memleketin iyiliğine candan sevinen ve maazallah felaketine de samimiyetle üzülen insanlardan mürekkeptir. Asırlardan beridir Türkiye’de yaşayan Ermeni azınlığın ifa edegeldikleri hizmetler cümlenin malumudur (...) Dosta ve düşmana karşı bizleri utandıracak olan son Vandalizm’i gösterileri dolayısıyla azınlıkların bu samimi duygularını bu kürsüden belirtme memleketin yüksek menfaatlerine uygun olacağı kanaatindeyim. Allah bu memleketi korusun.
‘YASSIADA CEHENNEMİ’NDEN NOTLAR
HASAN EMRE OKTAY
O dönem herkes sinmiş vaziyette, herkes korkuyor, “Aman başıma bir şey gelmesin” diye. Bizim akrabalarımız evimize gelmediler. Dayılar, halalar, teyzeler korkularından bize selam bile vermediler. Çok korkunç bir ortamdı. Zakar Bey’den 11 gün sonra 30 Eylül’de babam Faruk Oktay öldü. Yassıada çok kötü olayların yaşandığı bir cehennem. 27 Mayıs darbesi dendiği zaman herkesin aklına üç infaz gelir, halbuki Yassıada’da on kişi öldü. Yassıada’nın bir komutanı var, Yarbay Tarık Güryay. Nazi esir kampındaki gestapolardan farkı olmayan bir adam. Gazeteci Turan Dilligil o zaman bir kitap yazmıştı Tarık Güryay hakkında, adı ‘Allahsız Gardiyan’dı.
Emekli psikolog H. Emre Oktay, 27 Mayıs darbesi öncesinde İstanbul Emniyet Müdürü olan Faruk Oktay’ın oğlu. Darbe yapıldığında, Faruk Oktay, Demokrat Parti yanlısı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Zakar Tarver’in ölümünden 11 gün sonra, 30 Eylül 1960’ta, Faruk Oktay’ın ölüm haberi ailesine ulaştırıldı. H. Emre Oktay o sırada 12 yaşındaydı. Aile, darbenin yoğun baskı ortamında, bu acı olayın yasını dahi gerektiği gibi tutamadı. H. Emre Oktay’la, babasının ölümünü, ailesinin yaşadıklarını ve Zakar Tarver’i konuştuk. Onun yaşadıkları, Tarver ailesinin anlatılamayan hikâyesi hakkında da bir fikir veriyor.
CHP DÖNEMİNDE GAYRİMÜSLİMLER TEDİRGİNDİ
Demokrat Parti (DP) 1950’de iktidara geldi. DP’den önce Tek Parti dönemi vardı. Tek parti döneminde, gayrimüslimler ve iktidar, yani İnönü’nün Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) arasında bir gerginlik vardı. Varlık Vergisi çok sıkıntılar yaratmıştı, Yirmi Sınıf Askerlik vardı. Varlık Vergisi’ni veremeyenlerin borcuna önce faiz yükleniyor, daha sonra bu kişiler Aşkale’ye, çalışma kampına gönderiliyordu. Bir de Sirkeci’de çalışma kampı kurmuşlardı, oraya da gönderilenler oldu. Milli Şef İnönü, Almanların uygulamalarına özenmişti. Gayrimüslimlere silahlı eğitim yaptırmıyorlar, onları yol yapım işinde çalıştırıyorlardı. Demokrat Parti iktidara gelince, gayrimüslimlerle CHP arasındaki gerginlik ortadan kalktı. Meclis’te Musevi, Rum, Ermeni milletvekilleri görmeye başladık. Zakar Tarver de bunlardan biriydi. 1950’de DP iktidara gelince azınlıklarla ilişkiler normalleşti.
BABAMI ALMAYA TANKLA GELDİLER
27 Mayıs darbesi yapıldığı zaman babam İstanbul Emniyet Müdürü’ydü. O dönem Nişantaşı Valikonağı Caddesi’ndeki Hayat Apartmanı’nda oturuyorduk. Evin önüne, üzerinde bir top olan tank ve tam teçhizatlı iki cemse (askeri kamyon) asker geldi. Cemsenin projektörleri yandı, askerler evi çevirdiler. Evde ben, ağabeyim, annem ve babam var. Ben 12 yaşındayım, ağabeyim 14 yaşında; yani öyle tankla, topla, iki kamyon askerle gelmeyi gerektirecek bir durum yok. Sanki babamın milis kuvvetleri varmış gibi geldiler. Birden böyle bir baskın olunca çok korktuk tabii. Tankın topu evimizin camına çevrildi, o kadar çok askeri görünce şok olduk. Eve iki asker geldi, “Beyefendiyi karargâha götüreceğiz” dediler. Babam üzerini değişti, götürdüler.
İLAÇLARINI VERMEDİLER
Babamı Davutpaşa Kışlası’na götürmüşler. Düzenli almak zorunda olduğu ilaçlar vardı. Tansiyon ve kalp hastasıydı. İlaçlarını annem, ağabeyime verdi babama götürmesi için. Ağabeyim kışladan döndü bembeyaz bir suratla. “Ne oldu?” diye sordu annem. Genç bir subay eline vurmuş, ilaçları yere atmış, “Burası hastane mi? Defol git!” demiş. Şimdi Balyoz’da, Ergenekon’da tutuklananlar GATA’ya gidiyorlar, çok iyi şartlar altındalar. Ondan sonra babamı Yassıada’ya götürdüler. 500’den fazla kişi götürülmüş adaya, ve Zakar Tarver, Başbakan Menderes, bakanlar, diğer milletvekilleri, bürokratlar, inanılmaz kötü bir muameleye maruz kalmışlar.
HERKESİ SUSTURDULAR
İlk ölen, İçişleri Bakanı Namık Gedik oldu. Darbeden üç gün sonra, henüz adaya götürülmeden, Harp Okulu’nda öldü. “İntihar etti” dendi. 19 Eylül’de Yassıada’dan haber geldi, Zakar Tarver öldü diye. Nasıl öldü peki? “Kalp krizi”nden öldü dendi. Rapor falan yok tabii ortada. O döneme ait kayıt, evrak yok. Olamaz da zaten, her şeyi toplayıp el koydular. 
TEDBİRLER KANUNU VARDI.
O dönem herkes sinmiş vaziyette, herkes korkuyor, “Aman başıma birşey gelmesin” diye. Bizim akrabalarımız evimize gelmediler. Dayılar, halalar, teyzeler korkularından bize selam bile vermediler. Çok korkunç bir ortamdı. Zakar Bey’den 11 gün sonra 30 Eylül’de babam Faruk Oktay öldü. Yassıada çok kötü olayların yaşandığı bir cehennem. 27 Mayıs darbesi dendiği zaman herkesin aklına üç infaz gelir, halbuki Yassıada’da on kişi öldü. Yassıada’nın bir komutanı var, Yarbay Tarık Güryay. Nazi esir kampındaki gestapolardan farkı olmayan bir adam. Gazeteci Turan Dilligil o zaman bir kitap yazmıştı Tarık Güryay hakkında, adı ‘Allahsız Gardiyan’dı.
KİM BİLİR NELER YAPTILAR?
İstanbul Sıkıyönetim Komutanı darbecilerle birleşti. Ankara Sıkıyönetim Komutanı bunu yapmayı reddedince canına okudular Yassıada’da. Daha sonra babamın yanında kalan arkadaşlarından öğrendik, Yassıada’da Bizans döneminden kalma zindanlar varmış, bu zindanları kullanmışlar. Biz 2009 yılında adaya gittik. Zindanlar karşılıklı hücreler şeklinde, her hücre iki metreye iki metre genişliğinde. Ayağa kalkamazsınız, yere oturamazsınız. Yerde çamur ve su var.Bu zindanda babamı üç gün tutmuşlar. 16 Haziran 1960’ta Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu Üyesi Lütfü Saylan öldü. Onun için de kalp krizi dediler. Kim bilir ne yaptılar adama. Kimse bilmiyor ki o zaman adada ne olup bitttiğini... Adanın etrafı tel örgülerle, askerle, gemilerle çevrili. O zaman hak arama diye bir şey yok. Biri gidip “Ne oluyor?” falan dese onu da tutuklarlar.
İnsan haklarının 27 Mayıs’taki kadar yok sayıldığı bir dönem olmamıştır. 27 Mayıs bir afet. Zaten bütün darbelerin temelinde o var. Çünkü 27 Mayıs çok kolay yapıldı ve yapanlar ceza görmediler. Yüz buldular, sonra darbeler başladı.1961’de Askeri Nizamname’yi kanuna çevirdiler, iç hizmet kanunu yaptılar. Nizamnamenin “Askerin görevi Cumhuriyeti kollamak, korumaktır” şeklindeki 35. maddesini kanunlaştırdılar ve buna dayanarak sürekli darbe yaptılar. 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan haricinde, 15’e yakın darbe teşebbüsü var.
50 KELİMELİK MEKTUPLAR
Tedbirler Kanunu vardı. 27 Mayıs aleyhinde imada bile bulunsanız, DP’yi övseniz beş yıl hapis cezası alıyordunuz. Herkesi susturmayı başardılar. O dönem darbeciler aleyhinde biri bir haber yapsa öldürürlerdi hemen. Alır götürürlerdi, bir daha da haber alamazdınız. Çok zalimdiler. Askere göre Demokrat Partili olmak demek vatan haini olmak demekti. Biz evimizdeki fotoğrafları bile yırttık. Sürekli baskın yaptılar. Celal Bayar’ın bile birçok evrakı kayboldu o dönem. Yassıada’ya yazılan mektuplar en fazla 50 kelimelik olabiliyordu, daha fazlasına izin yoktu. “Nasılsın, iyi misin, kazağa ihtiyacın var mı?”  sadece bu kadar yazabiliyorduk.
CENAZEYİ VERİRKEN DALGA GEÇTİLER
Babam tutuklandıktan dört ay sonra, 30 Eylül’de bir telefon geldi, annem açtı. “Kocanız öldü, cesedini Kasımpaşa Deniz Hastanesi morguna gönderdik, oradan alın” demişler. Bu kadar! Ne oldu, nasıl öldü, bir bilgi veren, açıklama yapan yok. Ağabeyim cenazeyi almak için hastaneye gitti. Hastanede iki subay gelmiş yanına, ilgili bir şekilde yaklaşmışlar. Ağabeyim “Faruk Oktay’ın cenazesini alacağım” demiş. “Hangi Faruk?” diye sormuş subaylar. Faruk adında bir subay ölmüş o günlerde, o zannediyorlar. Yassıada’da ölen Faruk Oktay olduğunu öğrenince dalga geçerek gidiyorlar. Cenazeyi ağabeyime iki er teslim ediyor. Babamın göğsünde kocaman bir yara varmış. Yassıada’da kalan İstanbul Eski Valisi Ethem Yetkiner, “Hamama gittik, Faruk Oktay’ın vücudundaki yaraları görünce şaşkına döndük” diyor. Dövmüşler babamı.
O dönem 28 Nisan olayları vardı. Öğrencileri sokağa döktüler. Öğrenciler her yana saldırdı. Sonra yüzlerce öğrenci öldü diye dedikodular çıkardılar. Güya öğrencilerin ölülerini kuyulara atmışlar, Et ve Balık Kurumu’nun buzluklarına atmışlar, kıyma makinalarından geçirip Konya asfaltının altına saklamışlar! Buna çocuklar bile güler fakat o zaman aydın geçinen insanlar inanıyorlardı.
SAHTE HÜRRİYET ŞEHİTLERİ
Babama adadaki sorgusunda “Ölüler nerde?” diye soruyorlar. Babam da “Hangi ölüler?” diyor. 28 Nisan’da Beyazıt’ta çıkan olaylarda sadece iki kişi ölmüş. Biri, tank üstünde slogan atan Nedim Özpolat; tank hareket edince, tankın altında kalarak ölüyor. Diğeri de Turan Emeksiz; nereden geldiği belli olmayan bir kurşunla hayatını kaybediyor. Kurşun sekmiş, belli, çünkü Emeksiz’in vücudundan çıkan kurşun eğri. Yani kaza sonucu ölmüş. Sonra adını bir vapura verdiler Emeksiz’in. Babama diyorlar ki, “Celal Bayar, Adnan Menderes sana ateş et emri verdi, öğrenciler öldü. Nerede ölüleri?” Babam, “Nerede bu öğrencilerin aileleri? Ölü falan yok. Bize kimse ateş emri vermedi, biz de ateş etmedik” diye cevap veriyor. Darbeden sonra ‘hürriyet şehidi’ diye beş kişiye daha merasim yaptılar.
Onlar kim biliyor musunuz? Biri, darbeci subaylardan, Radyoevi’nin önünde, darbe yapılırken ölen İhsan Kalmaz. Onun adını da bir vapura verdiler. Bir başka ‘hürriyet şehidi’ de yanına çocuğunu almış, darbe oldu diye sevinirken askerler ateş ediyor, çocuğu ölüyor. Demokrat Partililer öldürmüş gibi tören yapıyorlar. Babama yöneltilen suçlama bu. “Söyle, ölüler nerde?” diyerek dövüyorlar babamı. Zaten ilaçlarını da vermemişlerdi. Babamı kaybetmemiz böyle oldu.
AĞABEYİM ÜZÜNTÜDEN VEREM OLDU
Babam öldükten sonra annem hayata küstü, hep yas tuttu. Sadece bizim için, çocukları için yaşadı. Ağabeyim Ömer, üzüntüden verem oldu. Bir gün bembeyaz oldu, baktık kan kusuyor. Ertesi gün doktora gittik, üçüncü dereceden verem olmuş. Bir sene yatmak zorunda kaldı. Annem çok ilgilendi, o kurtardı ağabeyimin hayatını. Ben psikolojik travma geçirdim. Yan binadaki CHP’liler babam hapiste diye alay ettiler benimle. Ben de çocuğum, susmadım; ‘Babamın bir suçu yok’ deyince beni dövdüler. (EE) // ((Bu yazı ve söyleşi Agos'un 10 Haziran 2011 tarihli sayısında yayımlanmıştır.))

6 Eylül 2017 Çarşamba

YALÇIN BAYER (HÜRRİYET) Sami Selçuk, bize de sitem eden bir açıklama gönderdi ve “Yassıada’da Başkan Başol’un yargılama biçimi elbette tartışılabilir; özellikle gereksiz sorular sorması eleştirilebilir. Ancak yargılamanın temel ilkelerinden birini dile getirmesi, utanılası değil, tam tersine övülesi bir durumdur” dedi.

Sayın Yalçın Bayer,
Yassıada Mahkemeleri 1961, ‘Devlete ait ancak, çok partili siyasal yaşama geçildiği halde hala CHP’nin envanterinde ve kullanımında olan devlet mallarının, hazineye intikali’ davası görülüyor. Davanın adı ‘CHP Mallarının Yasayla Hazine’ye Aktarılması Davası’ şekline getirilmiş. Bu mallar arasında eski TBMM binası bile var ve bu bina CHP Genel Merkezi olarak kullanılmakta. Tek Parti döneminde, devlet-parti birlikteliği uygulaması içindeyken, bu mallar CHP kullanımındadır. Ancak 1946’da çok partili hayata geçildiği, 1950’de iktidarın CHP’den başka bir parti DP’ye geçtiği halde, CHP bu malları hazineye iade etmiyor. Bunun üzerine DP Hükümetinin çıkardığı bir yasa ile devletin malı, bir parti inhisarından çıkartılıp devlete yani hazineye intikal ettiriliyor. Tarihi TBMM binası da müze yapılıyor. Yassıada’da Demokrat Partisi Hükümet mensupları bu son derece yerinde girişimden bile suçlu bulundu ve yargılandılar. Mahkeme esnasında şöyle bir olay cereyan eder,
Demokrat Partili sanıklardan Manisa Milletvekili, Başbakan yardımcısı, Bakan rahmetli Samet Ağaoğlu, söz konusu yasaya olumlu oy verenlerden merhum Fethi Çelikbaş’ın neden sanıklar arasında olmadığını Başyargıç Salim Başol’a  soruyor. Zira Fethi Çelikbaş mahkeme tarafından suç telakki edilen bu yasaya imza atmış ama sonradan DP’den ayrılmış, Hürriyet Partisinin kurucularından olmuş ve sonunda CHP’ye geçmiş. Eğer bu yasa suç ise Fethi Çelikbaş’ın da suçlular arasında olması gerekmez mi? Çelikbaş’ın CHP’ye geçmesi onu nasıl mahkeme gözünde masum kılıyor. İşte Samet Ağaoğlu bu soruyu Başyargıç Salim Başol’a yöneltiyor. Başol’un cevabı Yassıada Mahkemelerinin yapısını ifşa edici mahiyettedir ve tüyleri diken diken eder. Başol,
“Sizi alıp Yassıada’ya tıkan kudret böyle istemiş, onu biz bilemeyiz.’  
6 Eylül 2017 günü, Sayın Yalçın Bayer’in sütununda okuyoruz.  Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sayın Sami Selçuk, Salim Başol’un bu sözünü adeta savunmuş ve şu ifadelerde bulunmuş.

Yassıada’da Başkan Başol’un yargılama biçimi elbette tartışılabilir; özellikle gereksiz sorular sorması eleştirilebilir. Ancak yargılamanın temel ilkelerinden birini dile getirmesi, utanılası değil, tam tersine övülesi bir durumdur
Yazınızda geçen (Bayer’e hitap) ve Merhum Başkan Başol’un utanç verici olduğunu belirttiğiniz “Sizi buraya tıkayan kuvvet böyle istiyor” sözleri her şeyden önce eksik ve bu sözlerle ilgili değerlendirmeniz ise, ne yazık ki, hukuksal açıdan doğru değildir. Olay aşağıdaki gibidir.

Dikkat ederseniz yazınızda söylenen sözlerin “.. onu biz bilemeyiz. Divan, huzuruna getirilen davayabakar” kesimi unutulmuştur. Bu nedenle eksiklik söz konusudur. İkinci olarak bu sözlerin anlamı sizin anladığınız gibi, “Sizi buraya tıkan kuvvet sizin mahkûm edilmenizi bizden istedi. Biz de buna boyun eğiyoruz” demek değildir. Merhum Başol, tam bu noktada Roma hukukundan bu yana ceza yargılamasında benimsenen tarihsel ve temel bir ilkeyi dile getirmektedir. O da şudur:

‘Davasız yargılama olmaz” ya da “yargıç, dava açılmadan yargılama yapamaz”
yahut da “yargıç kendiliğinden olaya/davaya el koyamaz” (ne procedat index ex officio).’

Evet, Yassıada yargılamaları doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Başkan Başol’un yargılama biçimi elbette tartışılabilir; özellikle gereksiz sorular sorması eleştirilebilir. Ancak yargılamanın temel ilkelerinden birini dile getirmesi, utanılası değil, tam tersine övülesi bir durumdur. Bu yüzden alışılmışa uyarak yaptığınız eleştiri ne yazık ki yerinde değildir. Bu vesileyle bir yanlışı düzeltme olanağını verdiğiniz için teşekkür eder ve düzelteceğinizi umarım.”

Sayın Yalçın Bayer, karşımızda saygıdeğer bir Yargıtay Onursal Başkanı bir Profesör var ve bu sözleri saf ediyor. Bendeniz ise sade bir vatandaş olarak düşünüyor ve soruyorum.
Eğer, CHP üzerinde ve kullanımında olan devlet mallarının hazineye intikalini sağlayacak yasa bir suç ise ve bu yasa altında o zaman hayatta olan Fethi Çelikbaş’ın imzası varsa, Başyargıcın veya Başsavcının Fethi Çelikbaş’ı mahkemeye çağırması ve suç telakki ettikleri bu yasaya niye imza attığını sorgulaması gerekmez miydi? Diyelim ki, bir grup bir yerde, bir tarihte bir hırsızlık yaptı veya cinayet işledi. Bu eylemlerde grupla birlikte bulunan bir şahıs, daha sonra şehir değiştirir veya başka gruba girerse o söz konusu hırsızlık veya cinayet suçundan muaf tutulabilir mi? Yani Salim Başol’un sözü ile, Sayın Yargıtay Onursal Başkanımızın belirttiği, ‘davasız yargılama olmaz, yargıç dava açılmadan yargılama yapamaz, yargıç kendiliğinden olaya el koyamaz’ kuralı arasında, bir ilgi yok ki! Örneğin FETO davasında yeni suçlular sorgulamalar ile saptanıyor ve akabinde gözaltına alınıyorlar, gerekirse tutuklanıyorlar.      

Sayın Bayer, Sayın Prof. Dr. Sami Selçuk haklı olarak bize de sitem eden bir açıklama gönderdi, diyorsunuz. Dikkatle okudum ve Sayın Sami Selçuk’un değindiği kural ile, Fethi Çelikbaş’ın mahkemede olmaması arasında bir bağlantı kuramadım.
Sayın Bayer, Atatürk’ün İktisat Vekili, Başvekili ve Türkiye Cumhuriyetinin 10 yıllık Cumhurbaşkanı rahmetli Celal Bayar’ın Yassıada Mahkemelerinin yapısı hakkındaki ifşa eden şu ifadelerine ne demeli (Kayseri Cezaevi Günlüğü’ kitabının 27 Haziran 1962 tarihli anlatımı),

“Yassıada davaları bu plan esası üzerine yürütüldü ve kararlaştırıldı. Mahkeme reisi Başol bile aldığı talimata uyarak duruşmada BEN SİZİN CEZALARINIZIN DERECESİNİ TAYİN EDEMEM sözünü ağzından kaçırdı. Hakikatte bu plan orduyu siyasete sokan ve ayaklanmayı temin eden Halk Partisi ve liderinin (İsmet İnönü) eseridir. MBK vasıtasıyla YAD’nına bir direktif olarak verilmiştir. Aynen tatbik olunmuştur.”

Çok değerli hocamız Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskalı de bu mahkemelerin karakterini, bir cümlede özetlemiş (Emine Gürsoy Naskali, Örtülü Ödenek Davası),
“Yassıada Mahkemeleri gülünç, mantıksız, kin dolu ve utanç veren, ne var ki, son tahlilde Cumhuriyet tarihimizin hazin bir tiyatro sahnesiydi.”
Sayın Bayer, 2. Dünya Savaşında dünyayı kana bulayan, 50 milyon insanın ölmesine, daha fazlasının sakat kalmasına sebep olan Hitler ve arkadaşlarının yargılandığı Nürnberg mahkemelerinden 12 idam kararı çıkmıştır. Salim Başol’un baş yargıçlığını yaptığı Yassıada Mahkemeleri, Yüksek Adalet Divanından ise 15 idam kararı çıktı.
Yassıada Mahkemeleri kararlarını, duruşmaları merakla ve hatta üzülerek yazıyorum eğlence duygusu ile izleyen DP düşmanları bile şaşkınlıkla karşılamışlardı. Hâlbuki sonradan öğreniyoruz ki, Yüksek Adalet Divanı üyeleri 15 idam, 43 müebbet hapis cezası vermekle Bayar, Menderes ve arkadaşlarına adeta bir lütufta bulunmuşlar. 1975 yılında YAD üyesi Hıfzı Tüz ile Nazlı Ilıcak’ın yaptığı söyleşi dönemin garabetini göstermektedir. (N. Ilıcak, 27 Mayıs Yargılanıyor)

“Nazlı Ilıcak: Yalnız burada önemli bir husus şu, MBK oy birliği ile verilen idam cezalarını tasdik etmiştir. Öyle olunca bir tek kişiye bile büyük mesuliyet düşmüş oluyor.
Hıfzı Tüz: Anlıyorum efendim anlıyorum. Siz niye muhalif kalmadınız, diye soruyorsunuz.
Nazlı Ilıcak: Belki o zaman başka esas bulunacaktı. Çünkü yüzde yüz idam isteniyordu. Ama bu durumda bir tek kişinin oyu dahi idama sebep olmuştur.
Hıfzı Tüz: O zamanki havayı, içinde bulunduğumuz havayı şimdi izaha lüzum görmüyorum. O ihtilal havası içinde üç beş kişi değil 70-80 kişinin idamı bekleniyordu.
Nazlı Ilıcak: Kim bekliyordu?
Hıfzı Tüz: Bekleniyordu.
Nazlı Ilıcak: Hâkim mi bekliyordu?
Hıfzı Tüz: Hâkimler beklemiyordu, hâkimlerden belki de isteniyordu. Böyle bir karar vermeleri belki düşünülüyordu.
Nazlı Ilıcak: İsteniyordu!
Hıfzı Tüz: Fiilen bir isteme değil. Öyle bir hava vardı. Biz elimizden geldiği kadar adaletin tecellisi için gayret ettik. Şahsen ben ve birkaç arkadaşım da bu fikirdeydik. Gerek Selman Yörük, gerek Abdullah Üner cezalardan birçoğunu hafifletme imkânını bulduk.
Nazlı Ilıcak: Kararlarda bir hâkimin idam cezası verdiği bir şahsı, bir diğeri beraat ettirmek istemiş. Bu kadar farklılıklar oluyordu hâkimler arasında değil mi?
Hıfzı Tüz: Olmuştur…
Nazlı Ilıcak: Aynı suçtan dolayı bu kadar büyük fark?
Hıfzı Tüz: Efendim olmuştur. Bunun benden izahını istemeyin. Ben sadece vicdanımın sesini dinledim ve ona göre karar verdim.
Nazlı Ilıcak: Ama şimdi olsa belki bu idamları vermezdiniz değil mi?
Hıfzı Tüz: O zamanki politik şartların memleket üzerindeki ağır baskısı bize tesir etmiştir. O günkü havaya uygun olarak etkilendik. Aslında ben idam taraftarı değildim. BEN ÇOK AZ İDAM KARARI VERDİM. Çoğunu kurtardım bunun huzuru içindeyim.
Nazlı Ilıcak: Demek siz 70-80 idam olacak, birkaç idam kararı vererek çoğunu kurtardım huzuru içindeydiniz.
Hıfzı Tüz: Bu da bir etkidir tabii. Bir de suçların mahiyeti icabı böyle bir idamı gerektirecek kadar ağır bir durum görmediğim için diğerlerine idam cezası vermedim. Politik hayatta idam biraz ağır bir cezadır. Çünkü o kadar çok hatalar yapılıyor ki, her birini böyle mahkeme edecek olsak suçsuz adam kalmaz. Politik hayatta böyledir, idari hayatta böyledir. Suçlamak gayet kolaydır…”

Sayın YAD üyesi Hıfzı Tüz, 70-80 kişinin idamı bekleniyordu, diyor. Peki, kim bekliyordu? Hâkimler mi bekliyordu? Yassıada Mahkemeleri hâkimlerinden, YAD üyesi Hıfzı Tüz’ün cevabı. HÂKİMLER BEKLEMİYORDU. HÂKİMLERDEN BELKİ DE İSTENİYORDU, ÖYLE BİR HAVA VARDI!
Sayın Bayer, evrensel hukukun değişmez bir kuralı vardır. Mealen yazıyorum, suç telakki edilen bir eylem, ancak suçun işlendiği andaki yasalarla yargılanabilir. 1924 Anayasasında da bu kuralı vurgulayan madde var. Ancak 27 Mayıs’ta 65 yaş üstündekilerin infaz edilemeyeceği yasası dahil bir çok yasa iptal edildi, yenileri çıkarıldı ve makabline şamil kılındı (geçmişe uygulandı) 1924 Teşkilatı Esasiye Kanunu 41 Madde ’ye göre Cumhurbaşkanı, vatan hainliği halinde sadece TBMM’ne karşı sorumludur.
İnsan düşünüyor acaba Salim Başol bunları bilmiyor muydu? Olamaz tabii. Aslında dua etmek lazım, zira 27 Mayıs’ta darbecilerin kafalarındaki senaryoya göre, gerçek bir katliamdan zor kurtulmuşuz. Gazeteci Güngör Yerdeş anlatıyor (Güngör Yerdeş, Başkentte Önemli Olaylar ve Yazamadıklarım, S. 39),
“Milli Birlikçiler sağda ve solda diye taksim olmuşlardı. Genç genç insanlar artık bütün Türkiye’ye hükmediyorlardı. Orhan Erkanlı da öyleydi. Bir gün kendisini makamında ziyaret ettiğimde masasının üzerinde ‘A-1 Hedefleri’ diye bir kitapçık gördüm. Erkanlı bir ara yan odaya geçtiğinde de alıp şöyle bir göz attım. İzin alınmadan yapılması elbette çirkindi. Ama kendimi tutamadığımı itiraf ediyorum. Kitapçıkta, Yassıada’da süren duruşmalarda gelinecek sonucun önceden tespit edildiği açıkça görülüyordu. ’55 İdam’ Çalıştığım Vatan gazetesi ertesi gün sekiz sütuna bu manşetle çıkmıştır. Yassıada’da 55 kişinin idamı isteniyor… Tabii ortalık toz duman olmuştu. Beklediğim telefonda çalmakta gecikmedi. ‘Yerdeş, minareyi çaldın kılıfını hazırla’ Erkanlı konuşuyordu. Demek istiyordu ki, neticesine katlanacaksın. Ama hakkımda infaz kararı bir türlü çıkmadı…”
Güngör Yerdeş’in bahsettiği 8 sütuna ’55 İdam’ şeklinde çıkan Vatan Gazetesini siz kolaylıkla buldurabilirsiniz, Sayın Bayer.
27 Mayıs 1960 Darbesi genel seçimlere (Temmuz 1961) bir yıl gibi bir süre kalmışken yapılmıştır. 1957 seçimleri erken seçim idi. Ve rahmetli Menderes Eskişehir’de darbeden 11 gün önce ‘yolumuz seçim yoludur, demokratik ülkelerde iktidarlar sokak olayları ile değişmez’ şeklinde bir ifade ile seçimleri adeta ilan etmiştir. Ama bu ilan darbeyi çabuklaştırmaktan başka işe yaramadı.
27 Mayıs’ı, Yassıada’yı, Yassıada Mahkemelerini, Yassıada Zulmünü, menfur infazları konuşurken, yazarken mutlaka elimizi vicdanımıza koymalıyız
6.9.2017, Fenerbahçe
HASAN EMRE OKTAY
***
(YASSIADA MAHKEMELERİ NAM TİYATROLARIN (!) MENFUR BAŞKANI; EMİR KULU, ADALET VE HUKUKUN UTANCI, OLABİLDİĞİNCE REZİL BİR YÜZ KARASI)
***
SALİM BAŞOL GERÇEĞİ
YALÇIN BAYER
(HÜRRİYET, 06 EYLÜL 2017)
Sami Selçuk: Hiçbir toplum hukukun ve adaletin dışında yaşayamaz...
Salim Başol gerçeği nedir
23 AĞUSTOS 2017 tarihli köşemizde ‘Toplu siyasi davalar ve unutulan bir söz: ‘Sizi buraya tıkayan kuvvet böyle istiyor’ başlıklı bir yazı yer almıştı. (06.09.2017-10:39Hürriyet Haber)
Yassıada duruşmalarında mahkeme başkanı Salim Başol’un isminin yer alması üzerine, Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk haklı olarak bize de sitem eden bir açıklama gönderdi ve “Yassıada’da Başkan Başol’un yargılama biçimi elbette tartışılabilir; özellikle gereksiz sorular sorması eleştirilebilir. Ancak yargılamanın temel ilkelerinden birini dile getirmesi, utanılası değil, tam tersine övülesi bir durumdur” dedi.
Selçuk şöyle diyor:
“Köşenizde önemli olaylara dikkat çekiyorsunuz. Ancak şu anda en önemli sorun, kanımca hukuktur. Hiçbir toplum hukukun ve adaletin dışında yaşayamaz. Ben de karınca kaderince çabalarımı bu yoldu gösteriyorum. Sözgelimi 16 Nisan halkoylaması hukuka aykırı olarak gerçekleşmiştir.
1 Eylülde Cumhuriyet’te haber olarak çıkan “16 Nisan halk oylamasına ilişkin bilimsel görüş”te hukuksuzluğa ilişkin vardığım sonuç ve yaptırımı, kamuoyu demokrasilerinin yaşandığı ülkelerde iktidarları düşürecek boyuttadır. CHP tarafından yayımlanan kitabı lütfen okuyunuz ve görüşlerinizi yazınız. Yanılıyorsam eleştiriniz ve sizin yazınız aracılığıyla hukukçular eleştirsinler.
“Yazınızda geçen ve Merhum Başkan Başol’un utanç verici olduğunu belirttiğiniz “Sizi buraya tıkayan kuvvet böyle istiyor” sözleri her şeyden önce eksik ve bu sözlerle ilgili değerlendirmeniz ise, ne yazık ki, hukuksal açıdan doğru değildir.
Olay aşağıdaki gibidir.
“CHP Mallarının Yasayla Hazine’ye Aktarılması Davası”nın duruşması sırasında sanıklardan Manisa Milletvekili Merhum Samet Ağaoğlu, Divan Başkanı Salim Başol’a söz konusu Yasa’ya olumlu oy verenlerin neden hepsinin değil de sadece 36 milletvekilinin yargılandığını, özellikle o dönemde Yasa’yı savunan sözcü Merhum Fethi Çelikbaş’ın neden sanıklar arasında bulunmadığını sorunca Merhum Başol, “Sizi alıp Yassıada’ya tıkan kudret böyle istemiş, onu biz bilemeyiz. Divan, huzuruna getirilen davaya bakar” diye yanıt vermiştir.
Dikkat ederseniz yazınızda söylenen sözlerin “.. onu biz bilemeyiz. Divan, huzuruna getirilen davaya bakar” kesimi unutulmuştur. Bu nedenle eksiklik söz konusudur.
İkinci olarak bu sözlerin anlamı sizin anladığınız gibi, “Sizi buraya tıkan kuvvet sizin mahkûm edilmenizi bizden istedi. Biz de buna boyun eğiyoruz” demek değildir.
DAVASIZ YARGILAMA OLMAZ
Merhum Başol, tam bu noktada Roma hukukundan bu yana ceza yargılamasında benimsenen tarihsel ve temel bir ilkeyi dile getirmektedir. O da şudur:
“Davasız yargılama olmaz” ya da “yargıç, dava açılmadan yargılama yapamaz”
yahut da “yargıç kendiliğinden olaya/davaya el koyamaz” (ne procedat index ex officio).
Evet, Yassıada yargılamaları doğal yargıç ilkesine aykırıdır. Başkan Başol’un yargılama biçimi elbette tartışılabilir; özellikle gereksiz sorular sorması eleştirilebilir. Ancak yargılamanın temel ilkelerinden birini dile getirmesi, utanılası değil, tam tersine övülesi bir durumdur.
Bu yüzden alışılmışa uyarak yaptığınız eleştiri ne yazık ki yerinde değildir.
Bu vesileyle bir yanlışı düzeltme olanağını verdiğiniz için teşekkür eder ve düzelteceğinizi umarım.”
GÜNÜN SÖZÜ
“Türk kimliği mi, ümmet kimliği mi? Adı konmayan bir milletin ferdi, olsa olsa Halifesine bağlı bir ümmetin kuludur.” Tuncay ERCİYES
SİLAHLARIN EŞİTLİĞİ VE BAROLARI KONUŞTURMAMAK
ADİL bir yargılama faaliyetinin olmazsa olma şartı; ‘Silahların eşitliği’dir.
İtham ve savunma taraflarından birinin, velev ki, algı düzeyinde de olsa, diğerine üstün olmasına yol açabilecek, her türlü müdahale, yargılamanın adil olması, bağımsızlığı, tarafsızlığı, üzerinde bir risk oluşturur.
Adli yargı yılı açılışına, Barolar Birliği’nin sadece hazırun/dekor olarak davet edilip, ‘savunmanın’ Adliye meseleleri üzerine konuşmasının engellenmesi, silahların eşitliği kavramınınTürkiye’deki durumu hakkında ciddi bir soru işaretini ortaya koyuyor.
Anayasa Mahkemesi Başkanının, Cumhurbaşkanının karşısında, abartılı nezaketi, Danıştay Başkanının, Ana Muhalefet partisine getirdiği aleni politik eleştiri,
ve de Yargı Yılı açılışında, Yargıtay’ın Barolar Birliği’ni konuşturmaması, yargı üzerinde ‘haketmediği’ ‘fonksiyon kaybı’ tereddütleri yaratıyor.
Kendi ağır iş yükünün yanında, bir sürü zorlu politik davalar hakkında da, özveri ile yargılama faaliyeti yürüten yargının, Adli yılın açılışında, manzarası ne yazık ki bu...
Manzara bu olunca da, Yargıtay Başkanının sözleri makes bulmuyor. S.Ö.
SABANCI ÜNİVERSİTESİ’NDEN:
AKADEMİK ÖZGÜRLÜK İLKELERİNE BAĞLIYIZ
SABANCI Üniversitesi Kurumsal İletişim Birimi bir açıklama göndererek, Alman Potsdam Üniversitesi’nde ‘Ermeni Soykırımı’ konusunda çalıştaya ev sahipliği yaptığı bilgisinin doğru olmadığını bildirdi ve “Öğretim üyelerimiz Sabancı Üniversitesi Akademik Özgürlük İlkeleri çerçevesinde yürüttükleri araştırmalarda ulaştıkları araştırma sonuçlarını yayınlama, tartışma ve yorumlamada özgürdürler. Sabancı Üniversitesi öğretim kadrosu ve yönetimi, her üniversite üyesinin bireysel bilimsel görüş ya da sanatsal ifade hakkını korumakla yükümlüdür. Bununla birlikte kamuoyu önünde ifade edilen görüşler hiçbir biçimde üniversiteyi bağlamaz. Konuyu sizlerin de bilgisine sunarız.” dendi.
PANO
- LAİKLİĞİ savunmak neredeyse faşistlikle özdeşti. Kemal OKUYAN
- YAŞAR Alptekin’in, ailesi CHP kökenlidir. Şarköy’de bir lokalleri vardır; abisi çalıştırır, ama şimdi yerlerini devrettiler galiba. Alptekin her yaz buralarda gözükür, şortuyla gezer tabii. Onu herkes tanır. Ne zaman 1 Eylül geldiğinde bizim Yaşar ‘dindar olduğunu’ hatırlar.. Hatta eskiden FETÖ’cü olduğunu söylüyor şimdilerde. Gazeteleri de alet eder. Kanmayın, inanmayın... L.Y.
BİLİYOR MUSUNUZ
CHP Genel Başkan Yardımcısı Çetin Osman Budak’ın “İşsizlik fonu, işsizlere değil; AKP’nin bütçe açıklarını kapatmak, siyasi ömrünü uzatmak için gündemde tutulan, iş üretmeyen dolayısıyla büyümeye katkısı olmayan projelere fon olarak kullanıyor, başvuran 1,874 bin kişinin işsizlik ödeneği alamadığını” söylediğini... CHP Ankara Milletvekili Dr. Mustafa Emir’in, Bakan Ahmet Eşref Fakıbaba’nın, kendisinden önceki bakanlar döneminde Bakanlık bünyesinde yolsuzluk yapıldığına ilişkin açıklamaları için “İdari bir idari işlem başlattınız mı? Yolsuzluğun parasal büyüklüğü ne kadardır; yolsuzluk hangi illerde olmuş ve bunlar kimlerdir” diye sorduğunu... 10 EYLÜL 1920’de kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin, 97. yaşını 5 kentte (İzmir, Ankara, İstanbul, Bursa ve Eskişehir) bir araya gelecek partililerle kutlayacağını... MERHUM Vali Recep Yazıcıoğlu’nın 8 Eylül Cuma günü ölümünün 14. yılında Aydın Söke’deki mezarı başında anılacağını...
PANO
DİL Derneği olarak 30. yılımızda; Ankara’da Çankaya Belediyesi; İstanbul’da Avcılar ve Bakırköy Belediyeleri; İzmir’de Konak ve Karşıya Belediyeleri; Bursa’da Nilüfer Belediyesiyle birlikte 85’inci Dil Bayramını, Harf Devriminin 89’uncu, Söylev’in de 90’ıncı yılını kutluyoruz. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, devrimlerin yapıcısı, eşsiz Söylev’i ile bugünümüzü de aydınlatan önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü saygıyla anıyoruz! Sevgi ÖZEL