16 Mayıs 2013 Perşembe

TÜRK MİLLETİ'NİN REDDETTİĞİ İHTİLÂL!....


27 MAYIS 1960 OLAYI
Rasim CİNİSLİ (*)
27 Mayıs öncesi ve sonrası öğrenci olaylarının canlı şahitlerindenim. O günden bugüne geçen 48 yıla rağmen, Türk siyasi hayatı, 27 Mayıs’ın etkisinden kurtulamadı. Bu 48 yıl boyunca zaman oldu sade bir vatandaş olarak, zaman oldu parlamento içinde, kimi zaman kızgın sac üstünde yaşayan siyasetin göbeğinde bulundum. 27 Mayıs 1960 olayı ile ilgili 48 yıllık şahitliğin, tecrübenin özetini sunmak istiyorum.
27 Mayıs Nedir? Bir ihtilal midir? Darbe midir? Fiili durum mudur? Öncelikle bu olayın hukuki adını koyalım. Müsaade ederseniz, kişisel bir kanaatimi öncelikle açıklamak istiyorum: Bana göre 27 Mayıs olayı, Ordu Hareketi değildir! Şerefli Türk ordumuzu bu bühtandan uzak tutmak lazımdır. Her ne kadar asker elbisesiyle yapılmış olsa da, emir ve komuta zinciri bulunmadığı için bu olayın ordu iradesiyle yapıldığını iddia etmek abestir. Çünkü o günün Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun ve Kuvvet Komutanları darbeciler tarafından tutuklanmıştır. O gün ordumuzda 260 general görev yapıyordu. Bu generallerin 233’ü, 27 Mayıs’ı yapanlar tarafından emekli edilmiştir. Ayrıca çoğunluğu albay, yarbay ve diğer kademelerden olan 5 bin subay da ordudan uzaklaştırılmıştır ki, bu tarihe EMİNSULAR olarak geçmiştir. EMİNSULAR, tarih içinde ordumuzda yapılan en büyük kıyımlardan biridir. Bunları belirttikten sonra yeniden 27 Mayıs’ı soruşturmaya devam edelim:
27 Mayıs bir ihtilal midir? Hayır!
Çünkü ihtilallerde halk hareketi ve desteği gereklidir. 27 Mayıs bir siyasi partiden destek alsa da halkın desteklediği bir sistem değişikliği için yapıldığı söylenemez.
27 Mayıs bir darbe midir, fiili durum mudur?
Ord. Prof. Ali Fuat Başgil Hoca’nın tespitine göre 27 Mayıs “klasik hükümet darbesi”dir. Çünkü 27 Mayıs’ta, bir siyasi kadronun tasfiyesi hedef alınmıştır.
Devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ise 27 Mayıs hakkında şunları söyler: “Hükümet darbesi midir? Hayır! Çünkü hükümet darbesi iktidarda kalmak ve devleti sürekli yönetmek hevesi ile yapılır. Bir çeşit iktidar hastalığıdır. Küçük bahanelerle veya bahanesiz gelir oturur, sonra başka bir darbeyle yıkılır gider… 27 Mayıs, fiili durumdur. Osmanlı’dan kalma geleneksel yönetimimizde ordu-medrese işbirliğinin, kanun yapma ve yürütme gücüne karşı direnişidir.”
Ben Ali Fuat Hoca’nın öğrencisiyim. Bu konuda Celal Bayar’ın değil, hocamın görüşüne katılıyorum. Çünkü iktidarda kalma süresi, üç ay, üç yıl veya 30 yıl mıdır? Darbe, 27 Mayıs 1960 günü başlamış, 15 Ekim 1961 gününe kadar Milli Birlik Komitesi tarafından yönetilmiştir. Kaldı ki, darbecilerin niyeti Cumhuriyet Halk Partisi’ni iktidar yapmaktır. Darbeci, cunta ile netice almış, iktidarda kalma eylemini ise aynı fikri paylaştıkları CHP ile devam ettirmek istemiştir. İktidarda sürekli olarak kalma niyetlerini belli etmişlerdir. Dolayısı ile Ali Fuat Hoca’nın görüşü doğrudur:
27 Mayıs 1960 olayı hukuki manada bir hükümet darbesidir.
Nitekim darbeyi yapanların, sivil uzantıları vasıtasıyla uzun süre iktidarı elde tutmak oyununu bozan şey, 15 Ekim 1961 seçimleri olmuştur. Demokrat Parti’nin devamı olan siyasi kadrolar büyük bir başarı kazanmıştır. Darbeci seçimlerde tokat yemiştir. Milletin tercihini beğenmeyen cuntacılar ise “Yıldız Protokolü” ile seçimleri iptal etmek istemişlerdir.
27 Mayıs sosyal ve siyasi proje midir?
Bu olayın içinde bulunan iç ve dış dinamiklerin ne olduğunu, kim olduklarını, niyetlerini sağlıklı olarak ortaya koyamadığımız sürece doğru bir tahlil ve tespit yapmış olamayız. 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin doğru yorumunu yapabilmek için çeşitli odakların neler düşündüğünü, nasıl hazırlandıklarını ve uygulamaya nasıl koyduklarını bilmek lazımdır. Mesela;
Asker kesiminde (cunta) olup bitenler;
Siyasi kesimi (CHP ile olan ilişkiler): kimler destekledi, ne umuldu?
Üniversite kesimi (öğrenci ve öğretim üyelerinin rolleri). Basın.
Yurtdışındaki güç odakları ile bağlantılar.
Bütün bunları gün ışığına çıkarmak gereklidir.
(Bu unsurları bir araya getirip değerlendirmediğimiz sürece yorumlar yarım veya yanlış kalmaya mahkûmdur).
Yarım asra yakın geçen zaman içinde darbeyi hazırlayan cuntanın ne zaman kurulduğu, nasıl kurulduğu, kimler tarafından nelerin yapıldığı yazılan ‘hatırat’lar ışığında bilinir hale gelmiştir. Üniversite kesimindeki öğrenci olayları ve cuntaya destek olan öğretim üyelerinin tutumu da aşağı yukarı bellidir. Siyasî kesim ve CHP’nin katkısı yine yazılmış olan hatıraların ışığında üç aşağı beş yukarı gözükmektedir.
Basının da bu olayda iftira ve yalan habercilik yaparak çok kötü bir sınav verdiği malumdur.
Geriye kalan en önemli nokta olayın dış bağlantılarıdır. Amerika, Rusya ve diğer batılı ülkelerin arşivlerinden sızan bilgilere göre dış bağlantıların varlığı belgelenmiştir. Bu belgelerin büyük bir kısmı henüz günışığına çıkmamıştır. İşte bu kaynakların tamamına ulaşabildiğimiz gün, doğru bir yorum yapma imkânı bulacağız.
1960 Darbesi olayını 2 ayrı pencereden bakarak açıklamaya çalışacağım:
İlki, 27 Mayıs 1960 öncesi ve sonrası olaylardan hareketle bugüne gelmek. İkincisi de bugünden geriye dönerek olayı değerlendirmek istiyorum.
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisiydim. Yıl 1959. Siyasi ortam son derece gergin. Üniversite ortamı da bu gerginliğin içinde rol almıştı. Siyaset Parlamento’dan çıkmış, sokaklara dökülmüştü. Mitingler yapılıyor, iktidar suçlanıyor, üniversite hocalarının bazıları bu kavganın tarafı olarak siyasi beyanlarda bulunuyorlardı. Böylece üniversiteler ilim yuvaları olmaktan çıkmış günlük siyasetin içinde rol almaya başlamıştı. Üniversite gençliği miting alanlarında polisle çatışıyor, askerle kucaklaşıyordu. Sloganlar atıyor, “Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu?” diye marşlar söylüyorlardı. Her geçen gün, gençlik siyasetin elinde, ateş topu gibi değdiği yeri yakıyordu. Sokaklar savaş alanına dönmüştü.
O günkü basın, yangına benzin püskürtüyordu. Her gün bir önceki günü gölgede bırakacak korkunç iddialar ortaya atıyordu. İddiaların bazıları şunlardı:
Yüzlerce üniversite öğrencisi öldürüldü,
Cesetleri kıyma makinelerinde kıyıldı,
Bu cesetlerden hayvan yemi yapıldı,
Pek çok gencin cesedi buzhanelerde buz kalıplarının içinde saklanmaktadır.
Öldürülen gençlerin bir kısmı da yollara gömülüp üstlerine asfalt dökülmüştür!
1500 Harbiyelinin imha planı ele geçirildi,
Reisicumhur Celal Bayar 103 milyonu İsviçre Bankalarına kaçırmıştır.
Her görkemli bina, Demokrat Parti ileri gelenlerinden birinindir!
Demokrat Parti taraftarlarını silahlandırarak kardeş kavgasını hazırlamaktadır.
Kars, Ardahan gizli antlaşmalarla Moskova’ya satılmıştır!
Bunun gibi daha akla hayale sığmayan ama okuyanı ve işiteni diken diken eden zehir gibi propagandalar, genç-yaşlı her kesimden insanı allak bulak ediyordu. Bu yakıcı propagandalar o kadar yoğundu ki, “Hepsi de yalan olamaz!” diye kuşku duyan insanlar bile Demokrat Parti iktidarını çaresizleştiriyordu. Türk efkârı toz duman, göz gözü görmüyordu. İdrakler felç olmuş, ne yapacağını bilemez bir şaşkınlık devletin üzerine oturmuştu. Sonuçta olan oldu, darbe yapıldı.
27 Mayıs 1960 sabahı Türkeş’in sesiyle, “Kardeş kavgasını önlemek ve siyasi partilerin içine düştüğü uzlaşmazlıktan kurtarmak için Türk milleti adına Silahlı Kuvvetler yönetime el koymuştur.” Ayrıca “girişilen teşebbüsün hiçbir şahsa ve zümreye karşı olmadığı” ilan edilmiştir. O gün, başta Reisicumhur olmak üzere Başbakan, hükümet üyeleri ve milletvekilleri tutuklandı, TBMM feshedildi. Yerine 38 kişilik Milli Birlik Komitesi üyeleri ve onların tayin ettiği örfi idare komutanları ülke yönetimine el koydu. Bu olayın ne olup olmadığını, o günkü Türkiye ortamını kısa yoldan anlatmak için, Türkeş’in Ankara’da konuştuğu günün sabahı Eskişehir Örfi İdare Komutanı Bedii Kıraçtepe imzasıyla yayınlanan 1 Numaralı tebliğini aynen okuyorum:             

Ankara’daki ses, kardeş kavgasını önlemekten bahsediyor, Eskişehir’deki örfi idare kumandanı, “D.P. il, ilçe, bucak başkanlarını tevkif edin” diyor. Kime diyor? Kaymakamlara, savcılara, polise mi? Jandarma veya herhangi bir devlet görevlisine mi? HAYIR!
Adres belli değil. Herkese… Kardeşi kardeşe yakalattırmak istiyor. Böyle bir tebliğ kardeş kavgasına çanak tutmaz da ne yapar? Bu yalnız Eskişehir için söz konusu değildir. Ne yazık ki bütün vatan sathında, hatta kasaba ve köylerde yaşanmıştır. En küçük ihtilafı olanlar bile işi siyasi renge boyayarak iftira ve jurnal furyasına kapılmışlardır.
Sizlere traji-komik bir vaka nakledeyim:
İki Karadenizli Zeytinburnu’ndaki bir kahvehanede sohbet ederler. Merhum Hakkı Morgül, diğer arkadaşına içinin acısını döker. “Ah elimde imkân olsa da şu Yassıada’ya bir tünel kazsam! Menderesi kurtarsam!” Yan masada oturup bu konuşmayı duyan bir ispiyoncu, Hakkı Morgül’ü şikâyet eder. Morgül hemen tutuklanır ve aylarca değil, yıllarca hapishanelerde süründürüldü. Askeri mahkemedeki hâkim ile aralarında şu konuşma geçer:
—Hâkim Bey Zeytinburnu ile Yassıada arası kaç kilometredir?
—75 kilometre.
—Ben elimdeki kazma kürek ile Zeytinburnu’ndan Yassıada’ya tünel kazacakmışım öyle mi?
—İddianame’de öyle yazıyor!
—ordunun koruduğu Yassıada’dan Menderes’i kurtaracağım öyle mi?
—İddianame öyle diyor.
—Ula Hâkim Bey o zaman ben Türkiye Devletinden de, TSK’ dan da hatta Amerika’dan bile güçlüyüm. O zaman ordu beslemenize gerek yok. Bulgar mı saldırdı? Gel ula hakki vur oni, Yunan mı saldırdı, gel ula hakkı kır oni deyin yeter…
Bu arada mahkeme heyeti kahkahalarını gizlemek için kürsünün altına saklanırlar. Ve Hakkı Morgül en son şöyle der.
—Yaz ula hâkim, istediğin cezayı yaz!
Ki, Hakkı Morgül ve arkadaşları 27 Mayıs tarihine “Tünelciler” olarak geçmişlerdir.
Yeniden 27 Mayıs’ın acı yüzüne dönelim
Eskişehir Örfi İdare kumandanının uygulaması bütün yurdu sarmıştı. Türkeş’in sözleri radyoda kaldı. Korku dağları sardı. CHP’li olmayan kimselerin ne gün ve kimin tarafından ihbar edileceği korkusu vatandaşta huzur bırakmadı. Evet, ne yazık ki 27 Mayıs 1960 Darbesi ülkeye iyilik getirmedi. Ucu bugüne kadar uzanan derin yaralar açtı. Bu yaralar nelerdir?
1-a - Devlet Hukuku ve Devlet İtibarı Bakımından
RASİM CİNİSLİ
Anayasa ve kanun otoritesi çiğnendi: 1924 Atatürk anayasası rafa kaldırıldı. Yerine 1961 Darbe anayasası konuldu. Atatürk Anayasası “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini benimsemişti. Devlet yönetiminde temel kabul edilen millet iradisiydi ve bu irade her şeye hâkimdi. 1961 Darbe anayasası ise milli iradeye ortaklar getirdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi yanında Cumhuriyet Senatosu kuruldu. Anayasa Mahkemesi kuruldu. Özerk kurumlar ihdas edildi: Özerk TRT, Özerk üniversite, halk diliyle söylersek “TAY”lar yani Yargıtay, Danıştay, Sayıştay yeniden dizayn edildi. Eskiden kurum olarak mevcut olanların içi boşaltıldı. Yerine CHP ve darbe iradesini sürekli iktidarda tutabilmek için müstahkem mevkilere dönüştürüldü.  Özellikle devlet erki CHP ve sola göre tanzim edildi.
Devlet otoritesinin nasıl çiğnendiğini bir örnekle anlatayım: 1961 Anayasası yani darbecilerin devlet hukukunu tanzim ettikleri anayasa 9 Temmuz 1961 tarihinde halkoylamasına sunulmuş, yüzde 40’a karşı yüzde 60 çoğunlukla kabul edilmiştir. 15 Ekim 1961 tarihinde genel seçimler yapıldı. Seçimlerde CHP çoğunluğu elde edemeyince CHP’li 37 general ve Albay “Yıldız Protokolü” adı altında yeni anayasayı çiğneyen bir protokole imza attılar. Bu protokolün özü şuydu: Yapılan seçimler iptal edecek; ülkenin idaresi memleketin has evlatlarına verilecek (Yani CHP’lileri) ve bütün bunlar, darbeden sonra TBMM’nin ilk defa toplanacağı 25 Ekim’den önce yapılacaktı. Hani anayasayı ihlal ettikleri bahanesiyle darbe yapıp, meşru hükümeti düşürüp, üç devlet adamını idam etmiştiniz! Hani Menderes diktatörlük kuracaktı? Onun için darbe yapmıştınız! Yıldız Protokolü’nün ifade ettiği şey diktatörlüğün ta kendisi değil midir?
Devlet otoritesinin zedelenmesi anarşiyi, terörü ve bölücülüğü cesaretlendirdi. Milletlerarası camiada itibarımız azalmıştır! Milletlerarası anlaşmalarda gücümüz zayıflamıştır. Mesela Türkiye’nin kurucusu olduğu CENTO fonksiyonunu yitirmiştir. Kıbrıs ve Avrupa Birliği (AET-Ortak Pazar) ile olan ilişkilerimiz askıya alınmıştır. Yassıada mahkemelerinde devlet sırlarımız ifşa edilmiştir (6–7 Eylül Olayları ve Cezayir’e ve Kıbrıs Mücahitlerine silah yardımı). Böylece uluslar arası milli menfaatlerimiz de zarar görmüştür.
1-b- Adalet Cihazı Büyük Darbe Yedi
Hukukun adaleti yerine, Darbelerin hukuku ikame edildi. Yasssıada Mahkemeleri Türk hukuku adına bir kara lekedir. “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diye Yassıada Mahkemelerinde 3 Büyük Devlet adamımız haksız yere idam cezasına mahkûm edilmiştir. Düzmece iddialar, köpek, bebek, cımbız ve Afgan Atları’nın davası (1) bu sözde yüce mahkemede görüşülmüştür! Devlete hizmet eden insanlar ve aileleri zulme uğratılmıştır. Devlet adamlığının itibarı çiğnenmiştir.
Öyle bir adalet ki, mahkemesinin kuruluşunu Alpaslan Türkeş 29 Ocak 1995’te Sabah gazetesinde yayınlanan hatıratında, şöyle anlatıyor: Yassıada hâkimlerinin seçimi ile ilgili Adalet Bakanı Amil Artus komite üyelerine, elindeki hâkimler listesini okuyarak, “Bu hâkimi seçersek sizi dinlemez. Şu hâkimi seçersek sözünüzden dışarıya çıkmaz.” Diyor.
Aynı bakan Artus, 24 Mayıs 1987 tarihinde yayınlanan kendi hatıratında MBK Lideri Cemal Gürsel’den aldığı talimatı anlatırken Cemal Paşa’nın parmaklarıyla sayarak, “Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan için idam kararı verilirse komite bunları onaylayacaktır” dediğini yazıyor. Mahkemeler başlamadan aylar önce bu hükmün verilmesi şairin dediğine uyuyor:
“Hâkim ola davacı ve muhzır dahi şahit
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet?”
Bürokrasinin cesareti kırılmıştır. Yarınlar darbe getirirse korkusu iş yapmayı engellemiştir. Polis aşağılanmış kolluk kuvvetleri karşı karşıya getirilmiştir.
2-Rejime olan etkileri
27 Mayıs rejime, seçim sandığına, devlet hukukunun değişmeyeceğine olan inancı yıkmıştır. İktidarların seçim yoluyla kazanılıp kaybedileceği ilkesi 27 Mayıs ile son bulmuştur. Bugün bile iktidarlardan memnun olmayan çevreler seçim sandığı değil müdahale bekler olmuşlardır. Demokrasi istikrar ister. Güven zemini üzerinde gelişir. Hindistan ve Pakistan örneği: 1947 Hindistan bağımsızlığını kazanmıştır. İngilizlere karşı dünya çapındaki büyük mücadeleyi veren Gandi bir suikast neticesi öldürülmüştür. Buna rağmen, Hindistan demokratik yönetimden vazgeçmemiştir. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Pakistan da bağımsızlığını kazanmıştır. Bu zaman içinde Pakistan 6 askeri darbe yaşamıştır. Hindistan bugün bilgi teknolojileri konusunda dünya ile yarışır duruma gelmiştir. Buna karşılık Pakistan hala kendi içinde siyasi boğuşmalarla zaman geçirmektedir.
27 Mayıs bu istikrarı mahvetmiştir. Bir gece baskını ile alaşağı edilen demokrasinin içi boşaltılmıştır. Demokrasinin beli kırılmıştır. Demokrasiyi koruyan denetim güçleri zayıflamıştır. Sorumluluk kaybolmuştur. Seçim kanunu ve partiler kanunu değiştirilmiş vatandaşın demokrasiye olan katkısı ve denetimi elinden alınmıştır. Ocak bucak teşkilatları kapatılmış, demokrasinin mahalli gücü elinden alınıp merkeze taşınmıştır. Yani milli irade vatandaştan alınmış, zümre ve ekiplere verilmiştir. Partilerde lider sultası devri açılmıştır.  Parti içi demokrasi rafa kaldırılmış, “parti lideri” kavramı yerine “liderin partisi” ikame edilmiştir. Siyasi Parti enflasyonu oluşmuştur. Bu durumun sonucu olarak sağlıklı kamuoyu oluşması durmuştur. Böylece yapay gündemler kamuoyu yerine geçirilmiştir. Kamuoyu halkın elinden alınıp, güç odaklarına verilmiştir.
27 Mayıs müdahaleler dönemi başlatmıştır: 22 Şubat, 21 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Nisan (Post modern darbe “ince ayarlar”) ve en son Sanal Darbeler… Görünen ve görünmeyen teşebbüsler, 27 Mayıs olayından esinlenmişlerdir. Olmuş, olacak müdahalelerin “rol-modeli” 27 Mayıs 1960 Darbesi’dir.
3- Türk Silahlı Kuvvetleri Üzerindeki Etkileri
Devletimizin ve ordumuzun kurucusu Atatürk diyor ki: “Bir ordunun cevheri ne olursa olsun, siyasete karışırsa birlikte hareket etme ve savaşma kabiliyetini esastan kaybeder. Vatanın müdafaa gücünü hiçe indirir. Siyasete karışmış bir ordunun daha önceki disiplinli halini ve savaşma kabiliyetini yeniden kazanması için çok uzun zaman ister.” Ve devamla: “Ordu devletin siyasasına bağlıdır. Yoksa devletin genel siyasası orduya değil.”
Atatürkçülük iddiası ile darbe yapanların bu talimatlar karşısında ve tarih önündeki değerlendirmesini tarihçilere bırakalım. 27 Mayıs’a kadar kışlayan, okula, camiye siyaset bulaştırılmamış idi. 27 Mayıs’ta ordu günlük siyasetin içine çekilmiştir. Bu darbe en büyük kıyımı da TSK bünyesinde yapmıştır. 27 Mayıs günü ordumuzu yöneten 260 General’in 233’ü;  ayrıca albay, yarbay ve her kademeden 5 bin subay resen emekli edildi. Ordu tarihinin bu en büyük kıyımlarında birisi EMİNSULAR olayı olarak tarihe geçti.
Ordu, Atatürk’ün talimatlarına aykırı olarak siyasetin içine çekilmiştir. Hem de bunu Atatürk’ün en yakın arkadaşı İsmet İnönü bilinçli bir biçimde yapmıştır.
İsmet Paşa’nın darbe içindeki rolünü hatıratlara yansıyan biçimiyle sunmak istiyorum.
Darbe lideri Org. Cemal Gürsel, İzmir’den MBK Başkanlığına getirildiği gün, İsmet Paşa’yı telefonla arayarak, “Emirleriniz bizim için daima Peygamber buyruğudur Paşam!” teminatını vermiştir.
MBK Üyesi Numan Esin’in dediğini göre “komitedeki albay ve generallerin hemen hepsi iktidarın süratle CHP’ye intikaline zemin hazırlama yanlısı” idiler. Prof. Dr. Turan Güneş, Milliyet Gazetesi’nde 24 Ocak 1979 yılında “Politikada Çeyrek Yüzyıl” isimli röportajında diyor ki: “İsmet Paşa’nın 27 Mayıs’a karşı iki ana amacı vardı. Birincisi 27 Mayıs’ı ordu içindeki bir cuntanın malı olmaktan çıkartıp bunu tüm silahlı kuvvetlere mal etmek istiyordu. İkinci amacı da bir an önce seçimlere gidilmesini sağlamaktı.”
27 Mayıs’tan bir hafta önce Ankara Palas’ta verilen bir yemekte General Sıtkı Ulay’ın yanına oturan Amerika’nın askeri ataşesi ona, “İhtilal yapacağınızı biliyoruz. Bize gününü ve saatini söyleyebilir misiniz?” Sıtkı Ulay, bu konuşmayı 27 Mayıs 1986 yılında Milliyet gazetesine anlatırken, “İhtilalin saatini İsmet Paşa’ya bile söylememiştik” diyor.
Darbecilerin Devlet Bakanı Amil Artus’un 19 Mayıs 1987’de Milliyet gazetesi’nde yayınlanan hatıralarındaki bölümü aktarayım: Amil Artus İnönü’yü ziyarete gider. Maksat komite ve hükümet adına bilgi sunmaktır. Tarih, Haziran 1960. Yani ihtilalden birkaç gün sonra.
İsmet Paşa soruyor: “Öldürüldüğü iddia edilen üniversiteliler hakkında yeni bir bilgi elde edebildiniz mi?”
Bakan Artus: “Hayır! Sekme kurşunla ölen ile tank altında kalan bir kişiden başka birinin izine rastlayamadık.”
İsmet Paşa: “Biz bu konuyu ihtilalden evvel çok araştırdık. Fakat iki şehitten başka bir şey tespit edemedik. İki şehit verilmiş olması ilgililerin sorumluluğu için yeterlidir. Fakat daha fazla ölü olduğu iddia edilir de sonradan bunun gerçek olmadığı anlaşılırsa sizin için iyi olmaz. Onları suçlamak için iki şehit yeter. Buna dikkat edin.”
Paşa “Buna dikkat edin” diyerek darbe yöneticilerini, yönlendiriyor ve uyarıyor.
Bu konuda bir zamanlar CHP genel sekreterliğini yapmış Kamil Kırıkoğlu hatıratında şöyle diyor: “Kıyma makineleri dedikoduları üzerine CHP araştırma komisyonu kurdu. Komisyon böyle bir şeyin olmadığını rapor etti. Bu raporu okuyan İsmet Paşa Kırıkoğlu’nu azarlayarak, “Olmaz. Yoktur demeyeceksiniz. Vardır imajı vereceksiniz!” diyor.
Dikkat edilirse sekme kurşun ve tank paletinin altında kalarak ölen gençlerin sorumlusu Menderes hükümeti imiş gibi gösterilmek isteniyor. Darbeden önce başka ölen olmadığı bilindiği halde yalan propagandalar pervasızca yapılmıştır. Hatta bu yalanlar darbe yapıldıktan sonra hükümet sözcülerinin konuşmalarına ve örfi idare komutanlarının tebliğlerine resmi olarak alınmıştır.
Bu noktada size İsmet Paşa’nın propagandanın gücü ile ilgili TBMM’de yaptığı bir konuşmadan bir parça okuyacağım:
“Propaganda eğer müsait saha bulursa bir memlekette, bir millette yıkılmayacak zannolunan bir binayı dahi yıkabilir. Muntazam, şuurlu ve muayyen bir hedef aleyhine tevcih edilen propagandanın zamanla sarsmayacağı hiçbir kuvvet yoktur. Eğer bir cemiyetin hayatın mutlaka fena görmek ve gösterilmek isteniyorsa onun her muvaffakiyetli işini ters tarafından veya eksik tarafından göstermek mümkündür. Ne kadar şuurlu ve anlayışlı olursa olsun hiçbir millet muntazam, müstemir (sürekli) ve daimi bir propagandanın tesirlerine tahammül edemez.”
CHP Lideri ihtilalin eşiğinde, İstanbul’daki gösterilerden bahsederken bakınız nasıl bir dil kullanıyor? “Tanklar altında ezelmişler ve alınlarından kurşun yemişlerdir. Böylece bu masum gençler hürriyet mücadelesinin öncüleri olmuşlardır.”
Yine İnönü o yıllarda Kore’de cereyan eden ihtilal ile mukayese ederek Türk hükümetini tehdit ediyor: “Sigman Rhe kurtuldu mu? Üstelik onun ordusu, polisi, memuru elinde idi. Hâlbuki sizin elinizde ne ordu var, ne memur, ne üniversite ve hatta ne de polis! Türk milleti Kore milletinden daha az haysiyetli değildir. Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır.”
“Sizi ben de kurtaramam” meşhur konuşmasının mefhum ı muhalifinden anlaşılan şudur. Sizi diktatör olacaksınız diye suçlarken aslında diktatör olamayacağınızı biliyoruz. Çünkü milletin verdiği yetkiden başka elinizde diktatörlüğü temin edecek ve sürdürecek hiçbir güç yok!
Avni Doğan’ın şu sözü ile bu paragrafı kapayalım: “İhtilali biz hazırladık, ordu yaptı!”
1960’da üniversite ve gençlik kesimini yönlendiren CHP Sivas Milletvekili Prof. Dr. Turhan Fevzioğlu, darbeden 27 yıl sonra pişmanlığını şu sözlerle ifade etmişti: “1950 – 1960 arasındaki mücadelede bugünkü aklım olsaydı mücadeleyi yumuşatmak için bütün gücümü sarf ederdim. Geriye baktığım zaman bunu görebiliyorum. O günlerde mücadele gereksiz olarak sertleşiyordu. Gereksiz olarak diyorum çünkü memlekette terör yoktu. Irk ve mezhep ve sınıf kavgası yoktu. Ancak partiler arasındaki ilişkiler sertti. Daha doğrusu partiler de sertti.”
4- Millet Üzerindeki Etkileri
RASİM CİNİSLİ
ERZURUM MİLLETVEKİLİ
Devlet ile milletin bütünlüğü bozulmuştur! Demokrat Parti’ye oy veren seçmen çoğunluğu, gerici, düşük, kuyruk diye horlanmıştır. DP’liler dövülmüş, CHP’liler sevilmiştir. Bu tutum halkımızın hafızasına unutulmaz ayrılık tohumları sokmuştur. 
Kalkınmanın önü kesilmiştir! İstikrarı ve güveni ortadan kaldırmıştır! Kronik istikrarsızlık ve güven bunalımı toplum değerlerini hırpalamıştır. Sosyal dokunun temelini oluşturan aile ve ahlaki değerler zarar görmüştür.
5-Siyasete Etkileri
Cemal Gürsel Amil Artus’u Adalet Bakanlığı’na getirdiği gün şu sözleri söylüyor: “İlk aşamada senden Demokrat Partiyi kapatmanı ve Yassıada duruşmalarını bir an önce başlatmanı istiyorum!” (22 Mayıs 1987 Milliyet Gazetesi)
İsmet İnönü Devlet Bakanı Amil Artus ile ilk görüşmesinde Demokrat Parti’nin ne olacağını sormuş. Ve CHP’li Devlet Bakanı Şefik İnan da bu konu ile ilgilenmeye başlamıştır. O tarihlerde MBK üyesi olan Alpaslan Türkeş, “Şefik İnan bir toplantıda bir teklif yaptı. Bu DP’yi kapatmak lazım. DP’yi muhkeme kapattı ama bunu Şefik İnan düzenledi; onu biliyorum.” (26 Haziran 1994, Sabah Gazetesi).
CHP İktidarı için Demokrat Parti kapatılmıştır. Araya öfke ve husumet ekilmiştir. Bir tarafta İsmet Paşa düşmanlığı prim yapar hale gelmiştir, bir başka tarafta Menderes düşmanlığı. Bu nedenle toplumsal (sivil) ahenk bozulmuştur. Siyasete proje üretenler yerine öfke ve husumet üretenler hâkim olmuştur. Liderlerimiz, iktidar-muhalefet kadroları, memleket meselelerini çözümlemek için yapacakları münakaşa yerine “tencere dibin kara, seninki benden kara” suçlamaları ile yılları heba etmişlerdir. Millete ve devlete hizmet etmenin yolu olan siyaset riskli hale getirilmiştir. Siyasette kalite düşmüştür. Siyasette hizmet idrakini, menfaat güdüsü gölgelemiştir. Siyasette liyakat ve etik değerler yerine, para ve şahsi menfaat ön palana çıkmıştır. Politika çok paralı, çok pahalı bir alan olmuştur.
Siyasi istikrar bozulmuştur: Parti enflasyonu başlamıştır. Güçlü iktidarlar dönemi bitmiş, siyasi kanaatleri zıt partilerin istikrarsız ve kısa ömürlü koalisyonları dönemi başlamıştır. 
Bu bozulma daha sonraki yıllara da yansımıştır. Sincan’da tanklar yürütülerek, daha fazla oy alanları itmiş, istedikleri kişilerin hükümet kurmasını sağlamışlardı. Bu siyasi istikrarsızlık ekonomiyi de vurmuş, kalkınmayı engellemiştir.  Ekonomimiz IMF’ye bağımlı hale düşürülmüştür.
Politika bir gölgeler savaşına dönüştürülmüştür. İç ve dış politika gerçekleri bir yana bırakılmıştır.
Bir yanda irtica geldi gelecek, laikli gitti gidecek naraları, öte yanda hamasi nutuklar yeri göğü inletmektedir: Sorumlular gölgelerle boğuşurken Kerkük’te, Kuzey Irak’ta, Kıbrıs’ta, Avrupa Birliği’nde kırmızı çizgilerimiz silinmiştir.
Ekonomide, enflasyonda, işsizlikte hâsılı milletin gündeminden uzağa düşülmüştür. Eşik önünde beyanat verme adet olmuş; politikacı her uzatılan mikrofona laf yetiştirmek zaafına düşmüştür. Devlet adamı fıkdanı (yokluğu) başlamıştır.
Burada rahmetli Osman Bölükbaşı ile eski bir bakana arasında geçen şu konuşmayı hatırladım: Hasta yatağanda ziyaret ettiği Bölükbaşı’na “Bir emriniz var mı?” diye sorar. Bölükbaşının verdiği cevap vecizdir: “Sayın Bakan, devlet adamı eşik önünde konuşmaz. Her uzatılan mikrofona beyanat vermez.”
2000’li yıllarda durum yukarıda anlatılan hale düşmüş bulunuyordu. Oysa İmralı’ya idama giden Demokratik Parti ekibi, o korkunç ana rağmen memleket meselelerini konuşuyorlardı. Celal Başar, Fatin Rüştü Zorlu’ya, “Fatin anlat bakalım şu Avrupa Topluluğu ile ilişkilerimiz ne halde?” soruyor, Fatin Bey de Türkiye AT ilişkilerini anlatıyordu.
6-Basın ve Medya’ya etkileri
Basın toplumu objektif bilgilendirme yerine, tutanın eline hizmet eder duruma düşmüştür.
Bir kısım basın da şantajcı olmuştur. Basının düşmüş olduğu bu durum ülkede yaşayan her insanı rahatsız etmektedir. Basın eleştirilerden ve denetimden kurtulmuş. Bazı basın organları azgın boğa gibi saldırgan olmuştur. Yargısız infaz yapmayı alışkanlık haline getirmiştir.
7 – Üniversiteye Etkileri
27 Mayıs Darbesi’nin yol haritasını üniversite öğretim üyeleri çizmiştir. Cemal Gürsel’in “DP üst kadrolarını yurtdışına sürelim” teklifini, üniversite hocaları engellemiştir. Türk ceza kanununun değiştirilmesine yine bu hukukçu profesörler fetva vermişlerdir. “İhtilal kendi hukukunu kullanmazsa, zamanın hukuku ihtilalciliyi mahkûm eder” diyerek zulmün yolunu açmışlardır. TCK 65 yaşındakilerin idam edilemeyeceğini amirken Celal Bayar ve aynı yaşta olan diğer DP’lilerin idamını sağlamak için, yine bu hukukçu profesörler fetva vermişlerdir. Böylece hukuk tarihine bir kara leke olarak geçen ceza kanununda geçmişe yürüyen (makable şamil) kanun yapılmıştır!
Darbeci öğretim üyeleri ve onların etkisindeki öğrenciler, üniversitelerde eğitimi aksatmışlardır. İlim politikaya kurban edilmiştir. Üniversiteler uzun yıllar bu kamburun altında ezilmiş, ilim yapamaz, ilim adamı yetiştiremez hale gelmiştir. Gençliğin içine nifak sokulmuş, sağ-sol kampları bölünmüştür. Milletin en değerli cevheri olan gençlik, yeri doldurulamayacak biçimde ziyan edilmiştir.
Darbeci öğretim üyelerinin etkisiyle üniversitelerden, (sanki çok ilim adamı varmış gibi) 147 öğretim üyesi emekli edilmiştir.
8 – Ekonomiye Etkileri
Merhum başbakan Adnan Menderes, 5 Ocak 1960 günü, yani 27 Mayıs’tan aşağı yukarı 4–5 ay önce Adana’da yaptığı konuşmada diyor ki:
“Dünyanın hiçbir memleketi 9 senede, 10 senede sanayi takatini 10 misline çıkarmış değildir. Buna ancak ve ancak Türk mucizesi demek lazım gelir. Bugün memlekette buzdolabından çimento ve dokuma fabrikalarının makinelerine kadar her şey yapılmaktadır. 1950 ile mukayese edildiği takdirde vatanımızın büsbütün başka bir manzara arz ettiğini görmek mümkündür. Milli hudutlarımız aynı kaldığı halde iktisadi kudretimiz dört misli büyümüş ve kuvvetlenmiştir.”
Eski sanayi bakanlarımızdan Mehmet Turgut, henüz neşredilmeyen bir kitap çalışmasında şu bilgileri veriyor:
1950 Türkiye’sinde milli gelirde nüfus başına düşen pay 200 doların altındadır. 1960 yılında bu nispet 485 dolara yükselmiştir.
1950’de enerji bakımından kurulan güç 407 bin kilovattan, 1960’da 1 milyar 272 milyon kilovata çıkartılmıştır. Yıllık enerji istihsali 1950’de 780 milyon KW saat iken, 1960’ta hızlı bir artışla 2 milyar 815 milyon KW saate ulaşmıştır.
50’de çimento tüketimi, 395 bin tondur. 60’da çimento üretimi 2 milyon 40 bin ton olmuştur. 
Yol durumu ise 600 KM asfalt veya taş döşeli; 250 kilometresi ziftlenmiş 11 bin KM’si de kırma taşla döşeli ve iyi olduğu söylenen şose şeklinde belirtilmiştir.
1960’ın yol durumu ise bu devrenin en başarılı gelişmelerinden birini göstermektedir.
Ekonomistler 50 – 60 dönemindeki kalkınma hızının yüzde 6-7 arasında olduğunu söylüyorlar. 
Andrew Mango’nun Atatürk adlı kitabında diyor ki: “On yıllık DP yönetiminde Türkiye büyük değişim gösterdi. Ekili alanlar 14 milyon hektardan 23 milyon hektara,
Traktör sayısı 2 binden 42 bine,
Kullanılan gübre miktarı, 42 bin tondan 107 bin tona,
Çelik takviyeli yolların uzunluğu 2 binden 7 bin KM ye çıktı.
14 büyük baraj, 15 elektrik santrali ve 20 liman inşa edildi.
Özel girişimciler tüketici ürünleri fabrikalarına yatırım yapmaya özendirildiler.
Buna karşılık muhalefet lideri İnönü, yapılan eletrik santralleri için “Bu kadar enerjiyi toprağa mı vereceksiniz? Yapılan yollar için de “Bu yollara uçak mı indireceksiniz” diye soruyordu.
Türkiye 1960’tan 10 yıl sonra Komünist Bulgaristan’dan elektrik almak zorunda kaldığı gibi, yolar da trafik sıkışıklığına maruz kaldılar.
2008 Mayıs Ayından 27 Mayıs’a Bakmak
Bugün 2008 yılının Mayıs ayından geriye dönüp baktığımda yeni duraklar görüyorum. Bu duraklarda durup yeniden düşünmek- yeni yorumlarla yeniden değerlendirme ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Zamanın ortaya çıkardığı gerçekler var.
Büyük Ortadoğu Projesi, CENTO’nun yerini aldı. (Irak-Körfez-Afganistan’ın işgali)
Varşova Paktı’nın çöküşü (Sovyet Blok’u çözüldü. Türk Dünyası Gün Işığına Çıktı ama biz Türk Dünyasına sahip olamadık. İki Almanya birleşti.)
NATO Karargâhlarında dolaşan sözde bölünmüş Türkiye haritaları.
Elli Yıllık Ortak Pazar, Daha sonra Avrupa Birliği Sevdası, Kıbrıs.
Birinci Dünya Savaşı’nın merkezinde Osmanlı İmparatorluğu vardı. Harp sonunda imparatorluk çöküyor ama Anadolu coğrafyasında gözü olanlar umduklarını bulamıyor. Umutlarını zamana bırakıyorlar.
Kuzeyde Sovyet Rusya-Batı Avrupa
Sovyet Rusya İkinci Dünya Harbi’nden sonra Kars-Ardahan ve Boğazlar üzerinde hak isteyerek niyetini tekrarlıyor. Bu niyetini kabaca diplomatik yollardan ilan ederken öte yandan içimizde ideolojik yoldan komünist yandaşlar bularak işi kolaylaştırmaya çalışıyordu.
Bu açık ve kaba manzarayı gören Batı, fotoğrafı büyüterek perde yaptı. Perde arkasından kendi sinsi oyununu kurmaya başladı. Moskova’dan rol kaptı!
NATO Üyesi olduk. Kuzeye karşı, Varşova Paktı’na karşı güvenliğimizi sağladık. Ama Avrupa’ya bilhassa Amerika’ya kapılarımızı safça, güvenle açtık.
Birçok alanda (askerî, ekonomik, siyasî) işbirliğimiz oldu.
İmparatorluk kurmuş devletin tecrübesine yakışmayan teslimiyet derecelerinde açtığımız kucağa Amerika, çok önceden tasarladığı B.O.P projesi ile oturdu. Moskova’dan çaldığı rolünü geliştirmiş, komünizm tehlikesini abartılı olarak ülkemizde yürütmeye koyulmuştu. Her defasında kuzeydeki tehlikeyi bahane ederek kendi emellerine zemin hazırladığı anlaşılmıştır.
Bazıları bu türlü yorumlara “Komplo Teorisi” diyorlar. Zaman en adil hâkimdir. Olayların gün ışığına çıkması niyet sahiplerini ele vermiştir. Bu da devlet adamı eksiğini ve Türk diplomasisinin teslimiyetçiliği izah edilebilir.
Olaylara beraber bakalım.
Marksizm 1917 yılında Rusya’da hükümran oluyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkıyor. “Berlin Duvarı”nı örüyor. Avrupa kapıları kapanıyor. Varşova Paktı’nı Marksizm’in dünya hâkimiyeti için kuruyor.  Demirperde ülkeleri içine kapanıyor. Dünyanın korkulu rüyası olarak 1990 yılına kadar yaşıyor. 1990 yılında kendi içinde çöküyor.
Bir fikrin, bir ideolojinin çöküşü üç beş yılda olmuyor. Marksizm gibi devletlere hükmetmiş bir ideolojinin kendi içinde çürümesi, çaresiz duruma düşmesi en az 20 veya 30 yıl içinde gerçekleşiyor. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği 1990 yılında çözüldü. 1990 yılından 30 yıl geriye gidersek bu 1960 yılına tekabül ediyor. Yani 1960 yılından beri Moskova rejim ihraç edecek gücünü kaybetmiştir.
Hâlbuki Türkiye’mizde kardeşi kardeşe düşman eden komşuyu komşuya kırdıran sağ-sol kavgasının Moskova’dan kaynaklandığını sanırdık. Peki, bu kadar cana, bu kadar milli servet ve milli enerjiye mal olan sağ-sol, daha sonra da bölücülüğe dönüşen bu iç çekişmeyi kim yaptı? Kendi hamakatımız olduğu doğrudur. Fakat şu yabancı hırsızın hiç mi kabahati yoktur?
NATO Karargâhlarından dolaşan bölücü haritaları kim hazırladı? PKK’yı kim besleyip büyüttü? Büyük Ortadoğu Projesi’nin altını üstünü bilen kim? Irak’ta, Afganistan’da ölen milyonların cesetleri üzerine nasıl demokrasi kurulacak? Hangi demokrasi kurulacak?
Bunları gördükten sonra yeniden düşünmemiz gerekiyor. 27 Mayıs’ın dış bağlantıları var mıydı? Bu bağlantılar var ise nelerdir? Celal Bayar ve birçok siyasinin iddia ettiği üzere bu dış ektiler sadece kuzey komşumuzdan mı gelmiştir yoksa 50 yıllık dostlarımız da 27 Mayıs 1960 darbesine müdahil olmuşlar mıdır? Oldularsa bunun derecesi nedir? Tarihçilerimizin ve araştırmacılarımızın bu konuda milletimizi aydınlatacakları zaman gelmiştir.
SONUÇ:
Sözün burasında konuşmamın manşetini şimdi söylüyorum. 27 Mayıs 1960 Darbesi, Cumhuriyet tarihimizin en talihsiz olayıdır! Olaya topyekûn baktığımızda 3 ismin önemli roller üstlendiğini görürüz. CHP lideri İsmet İnönü, darbenin “kudretli albayı” Alpaslan Türkeş ve yeniden demokrasiye dönüş mücadelesinde hakikatin ve cesaretin sesi olan Ord. Prof. Ali Fuat Başgil.
Milletimiz, 27 Mayıs’ı sevmemiştir, sevememiştir. Buna karşılık Türk milleti demokrasiyi çok sevmiştir. Benimsemiştir. Darbeler karşısında vakur duruşu ile tavrını demokrasiden yana koymuştur.
*
(1) Demokratik Parti üst yöneticileri hakkında uydurulan düzmece iddialar, “Köpek Davası”, “Bebek Davası”, “Cımbız Davası” ve “Afgan Atları Davası” gibi ipe sapa gelmez davalardı. Bunlardan Afgan Atları Davası şuydu: Afgan Kralı Başvekil Adnan Menderes’e dört at hediye eder. Menderes bunları bir at çiftliğine gönderir. Bir müddet sonra Sipahi Ocağı’ndan gelerek atları satın almak isterler. Menderes atları iyi bir fiyata satar ve üzerine kendi cebinden de para koyarak Kocatepe Camii inşaatına hibe eder. Bunun üzerine Yassıada adaleti (!) atların yediği otların parasını Berin Menderes’ten, merhum Menderes’in idam ipinin parası ile beraber tahsil eder!
*
(*)  DADAŞ, Rasim CİNİSLİ

Eski DP Milletvekili ve MTTB eski Başkanlarından; Avukat
1939 yılında Erzurum’da doğdu.İlk ve Orta tahsilini Erzurum’da tamamladı.1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde yüksek öğrenime başladı.Yüksek öğrenimi boyunca hep gençlik hareketlerinin içinde yer aldı.Türkiye Milli Talebe Federasyonundaki özverili çalışmaları ile öne çıktı.1964 yılında Federasyon içinde organize olmuş folklor komisyonunun çalışmalarından tatmin olmayan bir gurup arkadaşıyla ayrılıp ‘Yüksek tahsil Gençliği Türk Folklor Enstitüsü Kurma Derneği’ni kurdular.Amaçları,tüzüğün maddesinde belirtildiği gibi ‘Türk Folkloru üzerinde araştırma,inceleme ve derleme yapmak,tanıtım çalışmaları yaparak turizme yardımcı olmak,Türk folklorunu genç nesillere öğretmek.Türk folkloru hakkında ilmi yayınlar yapmak.
Bu amaçla yurt dışındaki benzer kuruluşların tüzüklerini getirterek Türkçeye çevirdiler.Türkiye Milli Talebe Federasyonundan ayrılmaları ile folkloru bir sisteme kavuşturdular.Bir düzenli kuruluşun oluşmasına öncülük ettiler.
Rasim Cinisli gerek gençlik yıllarında,gerekse sonraki yıllarda Türk halk kültürünü her yönüyle yaşatmayı,yozlaştırmadan yaymayı ve geliştirmeyi kendisine ülkü edinmiştir.
Yumuşak karakteri efendiliği,içten dostluğu,sevgi ve heyecanı onun karakteridir.Sayın Adli Ayter’in söylemesi ile ‘tüm Dadaşlık’meziyetlerini kimliğinde ve şahsiyetinde bir araya getiren güzel bir insandır.
Tüm meziyetler onu üniversite gençliğinde çne çıkardı.1965-66 yıllarında Mill Türk Talebe Birliği’nin genel başkanlığını yaptı.1967-68 yıllarında vatani görevini yaptı.1969 yılı genel seçimlerinde Adalet Partisi’nden Erzurum Milletvekili seçildi.1971 yılında Demokrat partinin kurucuları arasında yer aldı.1973 yılında Demokratik Partiden yeniden milletvekili oldu.1977 yılına kadar milletvekilliğini sürdürdü.1977 yılındaki seçimlere kendi isteğiyle katılmadı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunduğu dönemde Türk halk kültürünün derlenmesi, araştırılması, arşivlenmesi için özverili çalışmalarda bulunmuştur. Parti gözetmeksizin komisyon çalışmalarında kulis atarak yandaş toplayıp3.beş yıllık plana istediği her şeyi koydurabilmiştir.1979 yılında Adalet Partisi İstanbul İl idare kurulu üyeliği,1994 yılında da Doğru Yol Partisi İstanbul İl Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur.
Halen çeşitli dernek,vakıf ve sivil toplum örgütlerinde kurucu ve yönetici olarak bulunmaktadır.Özellikle 30 yıldır Erzurumlulara hizmet için kurulmuş dernek ve vakıflarda kesintisiz çalışmalarını sürdürmüştür.Son olarak Kadıköy’de bir binayı restore ettirerek kültür merkezine dönüştüren kadronun içinde yer almıştır.
Tüm bu meziyetlerinin dışında edebiyata ve söz sanatlarına karşı sonsuz yatkınlığı onun çok okuduğunu da gösteriyor.Divan şiiri başta olmak üzere Türk ve dünya kültür adamlarının vecizelerini hafızasında tutabilen yeri geldiğinde irticalen söyleyebilen bir kişiliktir.
Evli ve üç çocuk babasıdır.

15 Mayıs 2013 Çarşamba

İLK DEMOKRASİ BAYRAMI, 14 MAYIS 1951

14 MAYIS 1951, "HÜRRİYET, ADALET, HAK, HUKUK VE DEMOKRASİYE KAVUŞMANIN" SULTA, CUNTA VE KOYU DİKTATÖRLÜKTEN KURTULMANIN 1. YIL DÖNÜMÜ. "İLK DEMOKRASİ BAYRAMI"  
İktidarı destekleyen gazetelerde 14 Mayıs, geçmişten bugüne kadar gelen demokrasi mücadelesinin son noktası olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. (Son Posta, 14 Mayıs 1951)
DP’liler 14 Mayıs’ı kutlamak için Taksim’de buluştuklarında hep bir ağızdan “YAŞANIN 14 MAYIS” diye bağırmışlar ve meydanda halk oyunları oynanışlardı. Gazetelerin haberlerine göre, Taksim’deki mitinge katılım 10 ile 40 bin arasındadır. (Cumhuriyet, 15 May›s 1951)
14 Mayıs münasebetiyle İzmir Fuarı’nda tertip edilen mitingden bir görünüş. (Yeni Sabah 16 Mayıs 1951)
Kutlamalar münasebetiyle DP’nin İzmir’deki Atatürk heykeline koyduğu çelenk. (Son Posta 16 Mayıs 1951)
Demokrat Parti’nin 1946 - 1950 dönemi seçim afişi. 14 Mayıs 1950 tarihinden itibaren resmi amblem olarak kullanılmış olup; "YETER!... SÖZ MİLLETİNDİR..." anlamına gelen "baş parmağı açık sağ elin iç görüntüsü" biçiminde (Tüzük, Program ve resmi bildirimlerde) tanımlanmıştır.
14 Mayıs 1951, EVE DÖNÜŞ...Celâl Bayar ve Adnan Menderes, merasim dönüşü Genel Merkeze gelişleri.
Cumhuriyet’te, DP’nin vaat ettiklerinden yalnızca “Arapça ezan”ı gerçekleştirdiğini eleştiren bir karikatür yayınlanmıştır. (Cumhuriyet, 14 Mayıs 1951)
Ulus gazetesinin DP’nin bir yıllık icraatlarını eleştirmek için hazırladığı bir illüstrasyon: “Tarih” 1920’den itibaren her sene için önemli bir olay kaydetmiş ama 1951 senesi için kayda değer, hatırlanacak hiçbir şey bulamıyor. (Ulus, 14 May›s 1951)
***
63 YIL SONRA BU GÜN; 14 MAYIS 2013

3 Mayıs 2013 Cuma

DEMOKRASİ BAYRAMI: 14 MAYIS!...

Kutlanmayan demokrasi bayramı: 
'14 Mayıs'
Türkiye'nin ilk seçilmiş başbakanının ve Hükümeti'nin darbeyle indirildiği ve yıllarca ironik bir biçimde "Hürriyet Bayramı" olarak kutlanan 27 Mayıs'ı, tersten bir vuruşla, demokrasi bayramı ilan etmek, Türkiye'nin tüm kurumlarıyla ve toplumuyla sivilleşip, demokrasiyi özümsediği şu dönemece büyük katkı sağlayacaktır.
PINAR AKYASAN (*) 16 MAYIS 2011, 22:31
Cumhuriyet Halk Fırkası, cumhuriyetin kuruluşundan 1950 yılında iktidarı Demokrat Parti (DP) devralana kadar ülkeyi yöneten tek parti olmuş ve Türk siyasi tarihine damgasını vurmuştur. 1908 sonrasındaki küçük çaplı denemeleri saymazsak -iki defa çok partili hayata geçiş denemesi- DP, CHP karşısında kurulan uzun soluklu, tek ciddi muhalefet partisidir.
DP'nin 14 Mayıs 1950'de seçim kazanması bu anlamıyla çok partili hayata dönüştür. Burada, 'çok partili hayata geçiş'ten ziyade 'çok partili hayata dönüş' kavramsallaştırmasının kullanılmasının nedeni de yukarıda bahsi geçen demokrasi deneyimlerini yok saymamak ve çok partili hayatın Asım Karaömerlioğlu'nun deyişiyle, "Cumhuriyet'in bir icadı olduğu" yanılgısına vurgu yapmaktır.
ÇOK PARTİLİ SİSTEME GEÇİŞ
Birkaç gün önce yıl dönümünü geride bıraktığımız 14 Mayıs, yani CHP'nin DP'ye iktidarını serbest seçimle devretmesini sağlayan seçimi 'Demokrasi Bayramı' olarak tanımlamadan önce 1946 yılı öncesine ve sonrasındaki sürece hızlıca göz atmak faydalı olabilir.
Bu noktada ilk soru çok partili hayata nasıl ve ne sebeple geçildiğidir. CHP'nin muhalif sesleri bastırma yönündeki kararlılığına rağmen, özellikle 1940'ların ikinci yarısından itibaren -her ne kadar tam anlamıyla örgütlü bir muhalefet ortaya çıkmamış olsa da, hem toplumdan hem de CHP'nin kendi içinden Tek Parti rejimine karşı sesler önce fısıltı halinde ve sonra daha gür yükselmeye başlamıştır. İnönü'nün karakteri üzerinden yapılan olumlu ya da olumsuz çok partili hayata geçiş analizlerine ek olarak İkinci Dünya Savaşı'nın getirdiği koşullar, dış konjonktürün vazettiği demokrasiye geçiş reformları ve aşağıdan gelen anonim direnişler geçişe gerekçe olarak sunulan genel tezlerdir.
En nihayetinde, 10 Mayıs 1946 yılında Olağanüstü Kongre'nin toplanarak CHP'nin demokratik adımlar atmasının önünü açıp, İnönü'nün 'Değişmez Genel Başkan' ve 'Milli Şef' unvanlarını kendi arzusuyla kaldırmasıyla birlikte çok partili hayata dönüş yolunda somut adımlar atılmıştır. Bu anlamda, bu yolu açan gelişmelerden diğerleri Mayıs 1945'te görüşülen çiftçiyi topraklandırma kanunu ve 7 Haziran 1945 tarihinde DP'nin gelecekteki 4 kurucusu CHP'nin iktidar sorununu dillendirerek ve parti içinde ıslahat yapılması gerekliliği ifade eden Dörtlü Takrir diye bilinen önergedir.
Dörtlü Takrir'in Meclis'te görüşüldüğü gün İnönü "Türkiye için çok partili sisteme geçmek zamanı gelmiştir" demiş ve çok partili hayata ilk defa orada göz kırpmıştır. İnönü 1 Kasım 1945'te Meclis'in açılış konuşmasında ise çok partili hayata geçişin kesin sinyalini şöyle vermiştir: "Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır." Aynı konuşmada ülkenin bu konuda tecrübeli olduğundan bahsetmiş ve bu girişimlerin başarısız olmasının büyük bir talihsizlik olduğunu ifade etmiştir.
ULUSAL BURJUVAZİ VE KALKINMA SÜRECİ
7 Ocak 1946 tarihinde DP'nin muvazaa partisi olup olmadığı tartışmaları arasında kurulmasıyla siyasi atmosferdeki zorlu yarışın görünür olması resmi olarak başlamıştır. Denilebilir ki DP zamanla, CHP'ye karşı çeşitli sebeplerle muhalif olmuş tüm kesimleri çatısı altında toplamış, ulusal burjuvaziye, modernleşme ve kalkınma sürecini tamamen dışarıdan kendisine empoze edildiğini düşünen ve bunların getirdiği finansal yükler altında ezilen köylülere, küçük zanaat erbabına, işçilere, Varlık Vergisi'nden dolayı CHP'ye düşman olmuş azınlıklara, Türk devrimine karşı çıkan dindarlara, özgürlük ve demokrasi diyen entelektüellere kısacası Tek Parti rejiminden olumsuz etkilenen herkese hitap etmeye başlamıştır.
DP, seçimlere asker sivil herkesin umudunu kendisine bağladığı bir süreçte girmiştir. Emekli General Ali Fuat Cebesoy, Korgeneral Fahri Belen, Yargıtay Başkanı Fahri Özyörük, Amiral Fırat Özdeş, Sinan Tekelioğlu, Suat Hayri Ür-güplü, Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Nadir Nadi gibi isimler seçimler öncesinde DP'nin saflarına katılmışlardır. Seçim propagandalarında iktidarı dini siyasete alet etmekle, muhalefete baskı yapmakla, plansızlıkla, mali ve idari politikalarda müdahaleci politikalar izlemek suretiyle özel girişimin iş alanını daraltmakla suçlamıştır.
Buradan hareketle, DP'nin yönetici kadrosu değiştikçe ve tabanı genişledikçe, partinin niteliği ve muhalefet argümanları da değişmeye başlamıştır. Siyasi propagandasını 'Tek parti karşıtlığı', 'Ekonomik kalkınmacılık ve yeniden dağıtım', 'Batılılaşma ve muhafazakar modernleşme' ve 'Demokrasi ve milli irade' söylemleri üzerine inşa eden DP, taleplerini seçim meydanlarında bu eksende ve rejimin kırmızı çizgilerini aşmayacak şekilde dillendirmiştir.
Bu talepleri dillendirirken pek çok baskıya maruz kalmıştır. DP coşkulu ve heyecanlı kalabalıkları etrafına doldurdukça, CHP'nin tedbir ve tazyikleri artmıştır. Muhalefetin kısa sürede güçlenmiş olması, Halk Partisi kurmaylarında endişe yaratmıştır. Bayar'ın iddiasına göre CHP taşraya sırf DP'nin gelişmesini önlemek için müfettişler dahi göndermiştir.
DP'NİN ZOR KURULMA SÜRECİ
Celal Bayar bundan şöyle yakınmıştır: Öyle valilere rastladık ki, ben burada bulundukça DP kurulamaz dediler. Öyle valilere rastladık ki, ben burada Halk Partisi'yim, nasıl bitaraf kalabilirim, dediler. Bazı kaymakamlar, direktifler altında bitaraflıklarını muhafaza edemediler." Yine Bayar'ın deyimiyle "Demokrat Parti'ye girmeyi, vatan hainliği seviyesinde gösterdikleri bile olmuştur!" Karakollarda vatandaşların dövüldüğü, telefon konuşmalarının dinlendiği, mektupların açılıp okunduğu, yaka numarasız jandarmaların DP, ocak ve bucaklarının kapılarındaki levhaları toplayıp karakollara taşımalarının olağan işler haline geldiği bu dönemle ilgili, İçel'in Aslanköy ilçesinde olanlar en bilindik olaylardan biridir.
Burada CHP seçimi kaybedince, sandığı almak için köye jandarmayı göndermiş, köylüler vermeyince jandarma zor kullanmaya kalkmış ve ateş açmıştır. Buna taş ve sopalarla karşılık veren köylülerden 5'i çocuk, 20'si kadın, gerisi erkek 91 kişi göz altına alınıp, mahkeme çıkartılmış ve savcının halkı haklı bulması üzerine tutuklananlar serbest bırakılmıştır.
ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK SİSTEME GEÇİLİRKEN...
Çok partili hayata ve demokratik sisteme geçildikten sonra DP'nin başına gelenler, CHP'nin demokrasi algısını tasvir bakımından önemlidir. 1946 seçimlerinde organize bir seçim yolsuzluğu vuku bulmuş ve 1947 yılındaki muhtarlık seçimlerinde, 38 ilin 79 köyünde çıkan olaylarda 7 kişi ölmüş 167 kişi yaralanmış, 1950 seçimlerinde ise Zonguldak ve Malatya da iki kişi öldürülmüştür.
Büyük adam fetişizmiyle yazılan tarihte görülmeyen bu detaylar, demokrasiye geçişe esas rengini veren olaylardır aslında. Dolayısıyla 14 Mayıs'ın yani Tek Parti diktatörlüğünün serbest seçimle noktalandığı bu milatı ya da- başka bir alternatif olarak, Türkiye'nin ilk seçilmiş başbakanının ve hükümetinin darbeyle indirildiği ve yıllarca ironik bir biçimde "Hürriyet Bayramı" olarak kutlanan 27 Mayıs'ı, tersten bir vuruşla, demokrasi bayramı ilan etmek, Türkiye'nin tüm kurumlarıyla ve toplumuyla sivilleşip, demokrasi özümsediği şu dönemece büyük katkı sağlayacaktır.
* Yıldız Teknik Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi